Ağustos 27, 2014

Modern edebiyat, Pamuk, Tanpınar ve ‘cemaat’



Baba-Oğul gibidirler halbuki...
Orhan Pamuk, 1994 yılının Eylül ayında, Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında konuşmaya çağrılır. O konuşmanın başlığı şöyle: “Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Modernizmi”. Edebiyatta “modern” olmanın belirli koşulları var elbette. Bunların başında bulunulan “cemaat”ten kaçmak geliyor. Toplumu, olabildiğince garipseyerek, içindeyken bile dışından incelemek de deniyor buna. Tabi bunu abartmadıkça: Rivayet odur ki, Dostoyevski çağdaşı Turgenyev’e bir teleskop gönderir ve “halkına bununla bakarsın” der. Pamuk’un edebiyat adına hayli örnek aldığı Tanpınar’ı bu konuşmadaki kadar eleştirdiğine hiç rastlamamıştım daha önce. Eleştiri noktalarından birisi de “cemaat” meselesi.

Temmuz 08, 2014

Mete Tunçay'ın trajikomik 'cinayet'i



Mete Tunçay ve kitapları...
Tarihçi Mete Tunçay, (1970-81 yılları arasında Ankara’da yayınlanan) Yeni Halkçı gazetesinin 20 Temmuz 1974 tarihli nüshasında ilginç bir yazı kaleme almış. “Yahuda İskariyot” başlıklı bu yazıda, Kemal Tahir hakkında geniş bir kitap yazan Dr. Hulusi Dosdoğru’nun kendisiyle ilgili iddialarını cevaplıyor. Cevaplamaya da şöyle başlıyor: “Kemal Tahirci düşünüş gibi önemli bir sorun (tehlikesinden ötürü önemli bir sorun) söz konusu olmasaydı, belki kişisel bir savunma yapmam gerekmezdi.” Ama ilginç olan, Kemal Tahir'in ölümünden Mete Tunçay'ın sorumlu tutulması...

Haziran 27, 2014

'An'ın masalı



Çizer arkadaşım, blog yazılarımdan birisine özgün bir illüstrasyon yapmak istedi. Normalde blog’un formatına uygun değil ama bir süre önce yazdığım kısa bir hikâyeyi önerdim. O da gayet güzel üç illüstrasyonla katkıda bulundu. Hikâyeyi yazarken pek tasarlamadığım şekilde, üç çizimle birlikte, metin üç parçaya ayrılmış oldu. Afiyet olsun...

Haziran 23, 2014

Neden bir kuramcımız yok?



“Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü (USTE), 1989’da Osmanlı ve Türk Tarihi alanında bir araştırma programı başlat[ır].” Bu sebeple oluşturulan maddî imkânların en iyi nasıl harcanması gerektiği düşünülürken, bir araştırma grubu kurulup iki defa toplantıya çağrılması ve ilkinde konular belirlenip, ikincisinde bildiriler sunulması kararlaştırılır. “Osmanlı’da sosyalist hareketler” ile ilgili ilk toplantı grubunu yönetmesi için Mete Tunçay çağrılır ve bu alanda çalışan pek çok tarihçinin katılımıyla “Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923)” isimli kitap çıkar ortaya. Tabi araştırmanın yöneticilerinden birisi de Erik Jan Zürcher’dir. Kitap tek kelimeyle harika; ama girişte Feroz Ahmad’in makalesi çok ama çok önemli bir konuya parmak basıyor...

Haziran 16, 2014

Paul Auster ve J.M. Coetzee spor oyunlarının doğası hakkında konuşurken



Çizim, The New Yorker'dan. Onlar da aynı derlemeyi yapmışlar. Bu postu yazdıktan sonra gördüm :( Neyse ki farklılıklar var arada...

Paul Auster ve J.M. Coetzee, birbirlerine “yayınlanacaklarını bildikleri” mektuplar yazmaya karar vermişler. 2008-2011 arasında faksla, e-mail’le ya da postayla iletilen bu metinler “Şimdi ve Burada” başlıklı bir kitapta toplanmış. (Kitaptan anladığım: Auster düz ama çalışkan bir adam, Coetzee yetenekli bir bilge, gerçek bir sanatçı). Hemen ilk başlarda spor oyunları hakkında konuşmaya başlıyorlar. Aşağıda, spor, oyun, rekabet ve kahramanlık üzerine güzel pasajlar var. Dünya Kupası seyrederken üzerinde düşünmeye değecek şeyler. Afiyet olsun.

Haziran 13, 2014

Haziran 12, 2014

Kim haklıydı: Orwell mi, Huxley mi?


Huxley'den Orwell'a: "Üzgünüm çocuk, ben haklıyım!"

George Orwell’in 1984 isimli romanı ile Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya (Brave New World) romanı sıklıkla karşılaştırılır. İkisi de geleceğe dair karamsar dünyalar (distopyalar) çizmişlerse de, Orwell ile Huxley arasında ciddi bir yaklaşım farkı var. İletişimci Neil Postman’ın “Gösteri Çağında Kamusal Söylem” kitabının önsözünde güzel bir kıyaslamaya rastladım. (Benden önce çok rastlayan olmuş elbette. 9gag’de konuyla ilgili harika bir karikatür bile var.)

Haziran 06, 2014

Gladyatörler neden yok oldu?


Aziz Telemachus, "durun!" derken.

Fransız tarihçi Paul Veyne’in “Tarih Nasıl Yazılır?” isimli kitabı yakın zamanda Türkçe’ye çevrildi. Fransız akademik kitaplarının ve romanlarının ortak noktası diyebileceğim bir şekilde, bol bol hikâye anlatıp akademik ya da edebî teorileri altüst etme eylemini, bu kitapta da görebiliyoruz. Veyne, aynı zamanda bir Roma tarihçisi olarak, Gladyatör dövüşlerinin sona ermesine dair hayli ilginç bir yaklaşım getirmiş bu kitapta. (Bu yaklaşımı, kitabı yazdıktan yaklaşık sekiz yıl sonra, Michel Foucault’nun tarih anlayışını “devrimci” ilan ettiğinde yazıp kitaba eklemiş.)

Haziran 02, 2014

Huzur’un kıyısından: Yaşar

Muzip de bir adamdı rahmetli...
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında Yaşar isimli bir karakter var. Nuran’ın dayısı Tevfik Bey’in oğlu. Tanpınar bu baba oğulu şöyle tasvir ediyor: “Tevfik Bey büyük bir hüsnüniyetle işe başlayıp küçük zevk düşkünlüğünde çehresini tamamlayan Tanzimat’tı. (...) Yaşar Bey daha ziyade İkinci Meşrutiyet’ti, onun huzursuzlukları ile doluydu.” Yaşar, Avrupa’da gezip tozmuş, bir yığın ‘züppece’ maceraya atılmış, sonunda dönüp babasının konağında vakit öldüren bir mirasyediye dönüşmüş, Tanzimat romanında sıkça karşımıza çıkan bir tip. Tanpınar, bu tipe ufak bir derinlik ekliyor: Hastalık hastası...

Mayıs 31, 2014

‘Eylem’ ama nasıl?



Tanıl Bora'nın düşünür hâli
Tanıl Bora’nın 2010’da yayımladığı “Sol, Sinizm, Pragmatizm” isimli kitabı, içeriğinde Sol’a dair hayli önemli tespitler ve öneriler barındırmakla birlikte, bence siyasî bagajları olan, olmayan ama insanlık adına bir şeyler yapmak isteyen herkese hitap edecek hikâyeler içeriyor. Onlardan birisini kendi kelimelerinden aktarayım…

Mayıs 27, 2014

Cemil Meriç’in kederli körlük güncesi


Hep anlaşılamadığını düşündü Cemil Bey.
Cemil Meriç, 1954’te bir akşam, misafir oldukları evden ayrılırken, eşi Fevziye Hanım’ın koluna girer ve “Elektrikler mi kesik?” diye sorar. 38 yaşındayken, gözleri iflas etmiştir. Cerrahpaşa’da bazı operasyonlar geçirir ancak yeterli olmaz ve Paris’e, neredeyse Ortaçağ’dan beri kör hastalara bakan Quinze-Vingts Hastanesi’ne yatırılır. Meriç’in “Jurnal”inin ilk cildinde, “Quinze-Vingts Geceleri” başlıklı altı yazı var. Körlükle yeni tanışan, emelleri bol bir adamın hazin çığlıkları...

Mayıs 25, 2014

Umberto Eco’dan Berlusconi’ye karşı çağrı



Umberto Eco ve mikrofon.
İtalyan romancı ve filozof Umberto Eco, 2000’li yıllarda Silvio Berlusconi iktidarıyla ilgili bazı siyasi makaleler yazmış. Bunların bir kısmı, yakın zamanda Türkçe’ye çevrilen, “Yengeç Adımlarıyla: Sıcak Savaşlar ve Medyatik Popülizm” başlıklı bir kitapta toplandı. 2001’deki İtalyan genel seçimleriyle ilgili yazdığı iki makale hayli ilginç gelmişti. Eco gibi romancıların, siyaseti çocuksu bir sadelikle ayrıştırarak analiz etmesi nedense çok hoşuma gidiyor...

Mayıs 21, 2014

Borges’in İbni Rüşd’ü



İbni Rüşd, düşünürken...

Arjantinli hikâyeci Jorge Luis Borges’in “Averroes’in Arayışı” isimli hikâyesi, Buenos Aires’te, babaannesi İngiliz olduğu için iki dilin konuşulduğu bir evde büyüyen, Avrupa’da bir süre yaşayıp Avrupa edebiyatıyla haşır neşir olan, Latince’ye, Fransızca’ya, Almanca’ya ve Arap edebiyatına meraklı bir yazarın, kendisinden yüzyıllar önce Endülüs'te yaşayan, Arabistan’da ortaya çıkmış bir dine mensup ama o dinin hâkim geleneğine pek de uyum sağlayamamış İbni Rüşd’ü (Averroes) çeviri kitaplar üzerinden ve İslam kültürü içinden Antik Yunan felsefesini, kavramlarını anlamaya çalışırken, anlamaya çalışmasını anlatır.

Mayıs 19, 2014

Devlette müzmin kadro meselesi...



Son fotoğraflarından birisi...
Sultan II. Abdülhamit, 1879’un 26 Mayıs akşamı, dönemin İngiliz Büyükelçisi Austen Henry Layard ile dostâne bir akşam yemeği yer. O sıralarda zihninde dolaşıp duran kapsamlı reformları, üzerine notlar aldığı küçük bir defterden Büyükelçi Layard’a okutur. Hayatın ve devletin hemen her alanını düzenleyecek bir dizi yasayı çıkartmak istiyordur. Fakat iki sebepten bunları yapamadıklarını söyler...

Mayıs 16, 2014

Alper Görmüş’ün ‘ibretlik’ istifaları


Aksi bir adam olması iyi bir şey olsa gerek. (kaynak)

2005 yılının Eylül ayında, bir dergi piyasaya çıkar. Hayli ilginç bir kapak dosyası vardır: Eski bir Ermeni Patriği ile eski bir Diyanet İşleri Başkanı’nın kardeş olduklarını anlatmaktadır. Gerçekten de ses getirir olay. Ancak kısa sürede anlaşılır ki, bahsi geçen iddiayı ortaya atan haber kaynağının verdiği bilgi yanlıştır. Bir sonraki sayıda Alper Görmüş’ün istifasını okuruz...

Mayıs 13, 2014

Google çağında roman okumak: “Sineklerin Tanrısı” deneyimi


Sineklerin Tanrısı'nı yazmazken...

Roman okurken arada durup Google’da bir şeylere bakma ihtiyacı hissediyor musunuz? Hatırladığınız bir kavram, benzer şeyleri daha önce de söylemiş birisi, bazı tarihî hadiseler, romanın yazıldığı yıllara ya da yazarın hayatına dair bazı bilgiler... sayfaların üzerinde açılıp duran yeni tab’lar... Sizce de farklı bir deneyim değil mi? William Golding’in, "ya 1953 ya da 54’te yazdım” dediği “Sineklerin Tanrısı” kitabını okurken, ilginç bir şekilde kendimi Google’lamaktan alamadım. Bazı bulgularımı paylaşayım.

Mayıs 11, 2014

Nizamü’l Mülk’ün siyasî kavgası



Kendisi geride bir de siyasetname bıraktı.

Eğer muhafazakâr-milliyetçi bir ailede büyümüşseniz, Nizamü’l Mülk devâsâ bir şahsiyettir. Sonra Amin Maalouf’un Semerkant’ını okuyunca onun da insan olduğuna hükmedersiniz. Derken bir kitapta karşınıza “yerine geçmek istediği veziri hileyle öldürttüğü” şeklinde bir iddia çıkar. Tarih, gölgelerin sürekli uzayıp kısaldığı gün dönümlerine benzer (bir yerde buna benzer bir şeyler okumuş olabilirim, şimdi hatırlayamadım).

Mayıs 10, 2014

‘Hababam Sınıfı’ndan nefretimin 7 sebebi

Hababam Sınıfı oyuncularından Dilaver Gül'ün arşivindenmiş.
Memleketin en çok seyredilen filmlerinden birisi Hababam Sınıfı serisidir herhalde. Komik midir? Evet. Başka bir işe yarar mı? Hayır. Nostaljisinin yapılmasına hiç de gerek olmayan bir hatıra sadece... (aşağıdaki görüşler olağanüstü derecede sübjektiftir.)

Âlimin ölümü



Âlim deyince genelde “İslam âlimleri” akla gelse de, aslında kelime İngilizce’deki “scholar” ile birlikte düşünüldüğünde, elbette İslam âlimlerini de kapsayan ve El-Birunî'den Leonardoda Vinci’ye kadar uzanan genişlikte bir çağrışım alanına sahip oluyor. Her iki durumda da ortak olan husus şu: Bir insanı bir konuda “uzman” olan kimseden -şöyle ağzını doldura doldura- “âlim” seviyesine çıkaran şey, birden fazla alanda söz sahibi olması. Rönesans dönemindeki “universal man” de buraya dâhil. Lâkin kimilerine göre “modern bilim” artık âlim çıkaramıyor...

Mayıs 07, 2014

Yazmak için yazmak



1950’lerde, ABD’de, Osmanlı tarihçiliğine başlayan Kemal H. Karpat, ilginç bir figür. Geçtiğimiz günlerde, Gabriel Garcia Marquez’in ölümü vesilesiyle, daha önce Selim İleri ile yürüttüğü “milli roman” tartışmasını yeniden ele aldı. Ama yazıda çok daha ilginç bir hikâye vardı, umarım gözünüzden kaçmamıştır...

Mayıs 05, 2014

En doğru olanı devrimciler bilir!



[genç] Hasan Cemal

Gazeteci[den çok bir hikâyeciyi andıran]Hasan Cemal’in “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” isimli kitabı, askerî darbeyi tetikleyerek ‘devrim’ yapmaya çalışan bir grup ‘aydın’ın hikâyesini, o grupta yer alan ama sonradan pişmanlıklar yaşayan ve başta kendisiyle sonra devriyle hesaplaşan bir adamın iç-konuşmaları eşliğinde anlatıyor. İçinde 1960’ların ortalarından 1970’lerin başına dek geçen döneme dair paha biçilmez bilgiler var. Bir de sürekli birbirini çağıran alıntılar...

Mayıs 04, 2014

‘Sinemadan çıkmış insan’


Fotoğraf alıntıdır.

Az ve öz yazıp hayli büyük şey söylemiş yazarlardan Yusuf Atılgan, Aylak Adam’da ‘sinemadan çıkmış insan’ diye yeni bir tür insan olduğundan bahseder. “Gördüğü film ona bir şeyler yapmış.” der. Sinemanın böylesi bir işlevine, Alman yönetmen Michael Haneke’nin bir filminde sakinleştirici yönüyle ve tabii ki Orhan Pamuk’un Celal Salik’e anlattırdığı bir hikâyede dönüştürücü etkisiyle rastlamıştım…

Mayıs 02, 2014

İdeoloji gibi görünmeyen ideoloji



Olayları olduğu gibi anlatmamak, muhtemelen bir ideolojik saptırmanın sonucudur. Bu, kadimden bu yana, “kasıtlı körlük” denebilecek bir biçimde, ya da “zihnin perdelenmesi” gibi daha “kasıtsız” bir surette olagelen “ideoloji” tanımlarına giriyor. Ancak bazen de, hiç beklemediğimiz bir biçimde, üzeri hayli örtük, kasıtlı olup olmadığı muğlâk bir tezahürü oluyor ideolojinin. Slavoj Zizek, bu tür ideolojilerin avcısı denebilir.

Tahirü’l Mevlevî ve Gelenek



Cumhuriyet döneminde sarığını çıkarsa da, İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanmaktan kurtulamaz.
Tahirü’l Mevlevî, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken nelerin kaybolduğunu görebilmek adına mühim bir şahsiyet. Geride pek çok eserin yanı sıra, “Matbuat Âlemindeki Hayatım” isimli hatıra kitabı, hayli güzel hikâyelerle dolu. Onlardan bir tanesi, Tahir Efendi’nin Sebilürreşad mecmuasında yazarken, 199. sayısında çıkan, Şeyh Galib’in ölüm yıldönümünde yapılması planlanan bir “anma töreni”ne dair itirazı.

Nisan 30, 2014

Heidegger ve Nazizm: İronik ilişkiler



Heidegger ve Hitler bıyığı.

Geçen ay, meşhur Alman filozof Martin Heidegger’in “Schwarzen Hefte” (Kara Notdefteri) ismi verilen ve 1931’den 1970’lere kadar tuttuğu notlardan oluşan defterlerinin ilk üç bölümü yayımlandı. Defterleri ortaya çıkaran kişi, Wuppetal Üniversitesi’nde Martin Heidegger Enstitüsü’nün direktörü Peter Trawny. Hikâyenin ironik kısmı şu: Hayatını Heidegger araştırmalarına adayan Trawny, Alman filozofun saygınlığını bir hayli sarsan bir keşif yapmış. Zira defterlerde Heidegger’in anti-Semitik ifadeleri, hiç olmadığı kadar aşikâr.

Nisan 29, 2014

Foucault’nun muhteşem İran ‘yanılgısı’


20. yüzyılın belki de en parlak filozofu Michel Foucault, 1978’de İran’da ayaklanmalar başladığında, bir İtalyan gazetesine olay yerinden makaleler yazmak üzere Tahran’a uçar. Elbette Foucault’nun İran Devrimi hakkında neler söyleyeceği önemlidir. Ancak biyografisinde pek de şık durmayan bir ‘leke’ olarak kalır bu macera. En yoğun eleştirileri, İran’la ilgili yazdıkları sebebiyle alır. ‘Devrim’in büyüsüne kendini kaptırmakla suçlanır. İran'ın 1980'lerini yaşadıktan sonra eleştirmek daha kolay, lâkin Foucault’nun oradaki hâli, gerçekten güzel bir hikâye...

Nisan 27, 2014

Bir bozgunun hikâyesi


Vakvak Ağacı: Ağaçlara asılan Yeniçeri kafaları.

1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması, II. Mahmud devrinin en önemli meselelerinden. Devlete yakın tarihçiler, “vaka-yı hayriye” diye adlandırırken, muhalif kesimler, bilhassa Bektaşî geleneğinin temsilcileri “vaka-yı şerriye” olarak görür. Cemil Meriç, Osmanlı’yı tarif ederken, üçlü bir sacayağından bahseder: Saray, Ulema ve Yeniçeri. Bugün, “checks and balances” denilen “iktidarı sınırlandırma, kontrol etme” anlamındaki yapı, bu üçlü sacayağının unsurlarının birbirini sürekli denetlemesiyle varoluyordu. Zaten II. Mahmud’un ocağı kapatırken en büyük gerekçelerinden birisi de, Yeniçerilerin reformlara engel olmasıydı. Meriç’e göre Yeniçeri İlgası, “Devlet-i Âliyye’nin intiharıdır”.

Nisan 26, 2014

Batı’nın sansürü, Doğu’nun sansürü



TIME: "Bir sır öğrenmek ister misiniz?"
Wikileaks’in kurucusu Julian Assange, 2010’daki “ABD Dışişleri yazışmaları” sızıntısından sonra bir anda meşhur olmuştu. Belgeleri dünyanın önde gelen gazeteleri (içlerinde ABD’li gazeteler de vardı) yayımlattı. Bu gazetelere dokunamayan ABD’li yetkililer, Assange’a yüklenmeye başladılar. Wikileaks’e yönelik tecrit operasyonu başladı ve internet sitesinin yayınını durdurmak için her yol denendi. Tabi başarılamadı. Bu arada Julian Assange, bazı gazetelere röportajlar veriyordu. The Guardian’ın internet sitesinde, canlı bir “soru-cevap” etkinliği bile düzenledi. Orada, şu mealde bir soru sorulmuştu: Batılı demokrasiler ‘ifade özgürlüğü’nü çok önemser ve bunu “ahlaki otorite” meşruiyeti olarak görürler. Wikileaks’e yapılan saldırılar biraz da bu iddiayı sarsmış olmadı mı? Assange’ın cevabı şöyle:

Nisan 24, 2014

Keşan’da bir Ermeni kızı


Hikâyedeki kız, bu fotoğraftakine benziyordu belki de.

Yüzbaşı Henry Newbolt Lyster, İstanbul’da doğmuş bir İngiliz. Babası dönemin Osmanlı Bankası’nda memur olduğu için, ailesiyle uzun yıllar İstanbul’da yaşamış. Daha sonra Avrupa’da eğitim almış, Birinci Dünya Savaşı çıktığında da, İngiliz Ordusu’na katılarak yeniden İstanbul’da görevlendirilmiş. Aynı zamanda bir yayıncı olan oğlu Ian Lyster, yakın zamanda Yüzbaşı Henry’nin o günleri anlattığı günlüğünü (beraberinde babaannesinin enfes ayrıntılarla dolu günlüğünü de) yayımladı. Şimdi size, 24 Nisan’ın hatırasına, o günlükten Ermeni bir kızın hikâyesini anlatacağım.

İki kadın şairin hikâyesi

Tabi ki bu kadınlar, o şairler değiller.
Zeyneb Hatun ve Mihrî Hatun, aynı devirde yaşayıp aynı şiir meclislerinde erkeklerle beyit yarıştırmış, devrin Amasya’sında sancağa çıkan Şehzade’nin etrafında bulunmuş, şiirleriyle, nazireleriyle, pek çok tarihçiden aldıkları övgüyle Osmanlı edebiyat tarihinde hayatlarını sürdüren iki hatun kişi. Aslında ben Zeyneb Hatun’un Fatih Sultan Mehmed’in karşısına peçesiz çıkıp -maalesef karşılıksız kalan- aşkını iki beyitte takdim ettiğini bilirdim. Lakin Mihrî Hatun da, hemen yanında beliriverdi. Haliyle bu hikâyede -bazı tarihçiler aynı devirde yaşadıklarına dair kesin delile rastlamasalar da- birini birinden ayırmak mümkün değil.

Nisan 21, 2014

Şeyh-i San’an’ın ‘tuhaf’ hikâyesi

Tasavvufî hikâyeler, alegorik yapısallığa dayanırlar ve hikâyedeki her bir unsur, gerçek hayattaki bir detaya işaret eder. Böylece çoğunlukla bir tasavvufî hikâyeyi dinlediğinizde ya da okuduğunuzda, kıssadan hisseyi çözmeniz fazla vakit almaz. Ayrıca hikâyeyi nakleden ârif de çoğunlukla hikmetini anlatır. Fakat bazı hikâyeler, dünya hayatının sınırlarını düşündürmesi açısından hayli ilginç. Onlardan birisi, Feridüddin-i Attar'ın, Mantıku't Tayr'ında (Kuşların Konuşması), "Şeyh-i San'an'ın Hikâyesi" diye bilinen tuhaf hikâye...

Nisan 20, 2014

Müzikal-filmleri sever misiniz?



Aslında sahne için tasarlanmış bir kurguyu, sinemada seyretmek, Cem Yılmaz’ın gösterilerini sinemaya taşımasına benziyor. Ama gene de, benim gibi sahneyi pek sevmiyor, her karakterin bir şarkısı (hikâyesi) olması hoşunuza gidiyor, müziğin duyguları daha çok harekete geçirdiğini düşünüyorsanız, müzikal-filmler şahanedir. Hele normalde aklınızda kalmayacak bir diyalogun şarkı hâline dönüşerek zihninizde dolaşıp durduğunu düşünün. Anadolu’daki ağıtlar ya da Hint filmlerindeki danslar da aslında benzer şekilde “hikâyeler”in performansa, şarkıya, şiire dökülmüş hâlleri neticede…

Aşağıda hoşuma giden birkaç güzel müzikal-filmden sahneler var…

Nisan 19, 2014

John Lloyd'dan göremediklerimiz üzerine




TED Talks arasında en eğlendiğim video bu. “What is invisibility? More than you think.” (Görünmezlik nedir? Düşündüğünüzden fazlası.) başlıklı animasyonda, TED Talks’ta kısa bir “performans” sergileyen İngiliz komedi yazarı John Lloyd, “görünmezlik” üzerinden bilimsel bulguları kurcalıyor ve nihayet, aslında ne kadar az bildiğimizi anlatıyor. Hemen bütün TED konuşmalarında olduğu gibi basit, sadede gelmeden, soruları cevaplamadan.

Nisan 18, 2014

Gabriel Garcia Marquez öldü


Margarita Korol'un güzel bir Marquez makalesi için yaptığı bir illüstrasyon

İyi bir romancının, yeni bir biçim icat etmesi gerektiği söylenir. Biçim kaygısıyla, içeriğin atbaşı gittiği romanlar, sadece iyi hikâyeler barındırmakla kalmaz, okuyucuya kendi hikâyelerini anlatmak üzere, onları daha keyifli kılan, farklı dil oyunları da miras bırakır. Gabriel Garcia Marquez de, öyle bir yazardı benim için...

Nisan 17, 2014

Büyük Engizisyoncu ve Le Grand Pacha



Birbiriyle ilintili iki uzun hikâye anlatacağım. Vaktiniz varsa, buyrun.

Ilya Glazunov'un 1985'te kitap için yaptığı illüstrasyon
“Büyük Engizisyoncu”, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanının en meşhur hikâyelerinden birisi. Ivan, kardeşi Alyoşa’ya anlatıyor. İspanya’da, Engizisyon’un hüküm sürdüğü zamanlarda, Hz. İsa yeniden dirilir ve kalabalığın arasında insanlara görünür. Daha bir gün önce Büyük Engizisyoncu’nun yüzlerce “din düşmanı”nı ad majorem gloriam Dei yaktığı alanda, insanlar onu hemen tanır. Küçük, ölü bir kızı diriltir, yaşlı, kör bir adamın gözlerini açar. Ama Büyük Engizisyoncu, onu hemen yakalatır. Zindana atar. Gece yarısı, Engizisyoncu dirilen Mesih’i hücresinde ziyaret edecektir.

Nisan 16, 2014

Âl-i İmran 66'nın hikâyesi

Ekşi Sözlük'te 5 sene önce gözüme çarpıp hakkında bir şeyler karaladığım, "İşte siz böylesiniz!" hitabı, Âl-i İmran Suresi'nde geçer. Bazı meallerde, "Siz o kimselersiniz ki..." diye de Türkçeleştiriliyor ifade. Sure'nin 65-68 numaralı ayetleri, Hz. İbrahim hakkında bilmeden atıp tutan insanları (ehli kitaptan) muhatap alır ve 66. ayette şöyle der mealen: "Haydi diyelim ki az çok bildiğiniz konularda tartışıyorsunuz. Peki ne diye hakkında bilginiz olmayan hususlarda tartışıyorsunuz! Halbuki işin doğrusunu Allah bilir, siz bilemezsiniz."

Ne kadar açık: Bilmediğiniz konularda ne diye tartışıp duruyorsunuz? Size de yazık...

Bu blog neden var?


En çok kendim için. Kafamı toparlamama yardımcı olsun, arşiv gibi kullanayım. "E bize ne bundan?" diyeceksiniz belki. Ama internetin yeni fenomeni olan "sharing" (paylaşma) ritüeline katkımız olsun. Sürekli hayatımdan insanlar, kitaplar, filmler, diziler, müzikler, olaylar, olaylar, olaylar geçip gidiyor. Bakalım size anlatınca daha fazla anlam verebilecek miyim?

İki küçük hikâyeyle başlayayım madem.