Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanının 14. bölümü,
kitabın baş kadın karakteri Füsun’un bir “kadın” olarak “erkek” dünyasında
yaşadığı tacizler, aşağılanmalar ve oyunlaştırmaları konu ediniyor. Elbette kitabın
genel hikâyesi içinde de anlamlı olsun diye bazı bölümler bu konudan ayrı ele
alınabilir ama edebiyatımızda “bir kadının hayatı boyunca uğradığı küçük, büyük
tacizleri” hem de “İstanbul’un sokakları, köprüleri, yokuşları, meydanları”
başlıklı bir “doğallıkta” anlatan fazla hikâye yoktur sanıyorum. Orhan Pamuk'un bir "erkek yazar" olarak, Füsun'un "öteki erkekler"le mücadelesine nasıl yaklaştığı, bu blog yazısının boyutlarını aşacağı için sadece bir değiniyle geçiştiriyorum.
“İyi” okumalar…
14. İSTANBUL'UN SOKAKLARI, KÖPRÜLERİ, YOKUŞLARI, MEYDANLARI
Sohbetlerimiz sırasında Füsun beğendiği bir lise öğretmeni
için “Öteki erkekler gibi değildi!” dediği için, ona bu söz ile ne kastettiğini
sormuş, cevap alamamıştım. İki gün sonra, ona “öteki erkekler gibi olmak” ile
neyi kastettiğini bir kere daha sordum.
“Bunu ciddi sorduğunu biliyorum,” dedi Füsun. “Sana ciddi
bir cevap vermek de istiyorum. Vereyim mi?”
“Tabii... Niye kalkıyorsun?”
“Çünkü anlatacaklarımı anlatırken, çıplak olmak istemiyorum.”
“Ben de giyineyim mi?” dedim, cevap vermeyince ben de
giyindim.
Bu sigara paketlerini, içeriden bir dolaptan alıp yatak
odasına getirdiğim Kütahya işi küllüğü, çay fincanıyla (Füsun'unki) cam bardağı
ve Füsun'un hikâyelerini tek tek anlatırken ikide bir eline alıp sinirli
sinirli oynadığı deniz kabuğunu, o sırada odadaki ağır, yorucu ve ezici havayı
yansıtır diye ve Füsun'un çocuksu saç tokalarını da bu hikâyelerin bir çocuğun
başından geçtiği unutulmasın diye sergiliyorum.
Füsun, Kuyulu Bostan Sokak'taki
tütüncü-oyuncakçı-kırtasiyeci arası küçük bir dükkânın sahibiyle başladı
anlatmaya. Bu Sefil Amca babasının arkadaşıydı; arada bir birlikte tavla
oynarlardı. Sekiz ile on iki yaş arasında özellikle yazları gazoz, sigara veya
bira aldırmak için babası Füsun'u dükkâna her yollayışında, Sefil Amca “Bozuk
çıkmadı, dur biraz, sana bir gazoz vereyim,” gibi bahanelerle onu dükkânda tutar,
kimseciklerin olmadığı bir sırada bir bahane bulup (Sen terlemişsin, dur”)
ellerdi.
On-on iki yaşlarındayken, haftada bir-iki kere şişko karısıyla
akşam oturmaya gelen Bıyıklı Bok Komşu vardı sonra. Babasının çok sevdiği bu
uzun adam, hep birlikte radyo dinlenir, sohbet edilir, çay içilir, kurabiye
yenilirken, hiç kimsenin fark etmeyeceği ve Füsun’un da tam ne olduğunu
anlayamayacağı bir şekilde elini Füsun’un beline ya da omzuna ya da kalçasının
kenarına ya da bacağının üst kısmına atar ve orada unutmuş gibi bırakırdı.
Bazan da adamın eli ağaçtan sepete ustaca düşen bir meyve gibi pat diye Füsun'un
kucağının tam kenarına “yanlışlıkla” düşüverir, orada hafif titreyerek,
nemlenip ısınarak yolunu arayıp kıpırdanırken, Füsun bacaklarıyla kalçası
arasında bir yengeç varmış gibi kıpırtısız kalır, adam da o sırada öbür eliyle
çay içip odadaki sohbete katılırdı.
On yaşındaki Füsun arkadaşlarıyla kâğıt oynayan
babasının kucağına oturmak isteyip reddedildiğinde (“Dur kızım, görüyorsun
meşgulüm işte”), babasının oyun arkadaşı Sakil Bey “Gel sen bana şans getir,”
deyip onu kucağına alır, daha sonra pek de masum olmadığını anlayacağı bir şekilde
onu okşayıp severdi.
İstanbul’un sokakları,
köprüleri, yokuşları, sinemaları, otobüsleri, kalabalık meydanları ve tenha
köşeleri, hayalinde karanlık hayaletler gibi canlanan, ama hiçbirinden özel
olarak nefret edemediği (“Belki de hiçbiri beni gerçekten sarsamadığı için”) bu
Sefil Amcalar, Sakil Beyler ve Bıyıklı Bok Komşuların karanlık gölgeleriyle
doluydu. Füsun'un şaştığı bir şey, babasının, eve gelen her iki misafirden
birinin kısa zamanda Sefil Amcaya ya da Bıyıklı Bok Komşu'ya dönüşüp, koridorda,
mutfakta onu sıkıştırdığını, ellediğini hiç fark etmemesiydi. On üç
yaşlarındayken iyi bir kız olmanın, bu sinsi, sefil ve sakiller kalabalığının
ellemelerinden şikâyet etmemekle mümkün olacağını düşünmeye başlamıştı. O
yıllarda, kendisine âşık (Füsun'un şikâyetçi olmadığı bir aşktı bu) liseli “çocuk”,
tam pencerelerinin önünde sokağa “Seni seviyorum” diye yazınca, babası
kulağından çeke çeke Füsun'u pencereye götürmüş, ona yazıyı gösterip bir tokat
atmıştı. Çeşitli Rezil Amcalar özellikle parklarda, boş arsalarda, arka sokaklarda
birden ona çüklerini gösterdikleri için öyle yerlerden geçmemeyi, kendisi gibi
eliyüzü düzgün her İstanbullu kız gibi öğrenmişti.
Bu tacizlerin hayat konusundaki iyimserliğini
lekeleyememiş olmasının bir nedeni de, erkeklerin aynı karanlık müziğin gizli kurallarınca
ona kırılganlıklarını da hevesle teşhir etmeleriydi. Sokakta görüp; okul
kapısında, sinema girişinde, otobüste rastlayıp peşine takılanlardan bir ordu
vardı; bazıları bazan aylarca peşinden ayrılmaz, o da onları fark etmemiş gibi
yapar, ama onların hiçbirine asla acımazdı (acıma sorusunu ben sormuştum).
Peşine takılanların bazıları o kadar sabırlı, âşık ya da kibar da değildi: Bir
süre sonra laf atmaya (Çok güzelsiniz, birlikte yürüyebilir miyiz, bir şey
sormak istiyorum, affedersiniz sağır mısınız? vs.), daha sonra da öfkelenmeye,
edepsiz laflar ve küfürler etmeye başlarlardı. Bazıları çift gezer, bazıları
günlerdir takip ettiği kızı göstermek, fikir almak için yeni arkadaşlar
getirir, bazıları takip ederken aralarında pis pis gülüşür, bazıları mektuplar,
hediyeler vermeye çalışır, bazıları da ağlardı. Takipçilerinden bir tanesi onu
itip kakıp zorla öpmeye kalktığından beri, bir dönem yaptığı gibi onların
üzerine de yürümüyordu artık. “Öteki erkeklerin” bütün hile ve niyetlerini
anladığı on dört yaşından beri farkında olmadan ellenmiyor, tuzağa da kolay
düşmüyordu belki, ama şehrin sokakları her gün yaratıcılıkla yeni bir elleme,
mıncıklama, sıkıştırma, arkadan dayanma vs. yolu bulanlarla doluydu. Arabanın
penceresinden kolunu uzatıp kaldırımda yürüyeni elleyenlere, merdivenlerde
ayağı takılmış gibi yapıp dayananlara, asansörde zorla öpmeye başlayanlara ya
da paranın üstünü verirken parmağına bilerek dokunup okşamaya çalışanlara
şaşmıyordu artık.
Güzel bir kadınla gizli bir ilişkisi olan her erkek,
sevgilisine tutulan, asılan, yakınlaşmaya çalışan çeşit çeşit adamın, çeşit
çeşit hikâyesini bazan kıskançlıkla, çoğu zaman da gülümseyerek, sık sık da
acıyıp küçümseyerek dinlemek zorunda kalır: Üstün Başarı Dersanesinde kendi
yaşında, tatlı, yumuşak ve yakışıklı bir çocuk vardı. Sürekli ona birlikte
sinemaya gitmeyi, köşedeki çay bahçesinde oturmayı teklif ediyor, Füsun'u
görünce heyecana kapıldığı ilk dakikalarda tutuklaşıp sessizleşiyordu. Yanında
kalemi olmadığını gördüğü bir gün ona bir tükenmez kalem hediye etmiş, Füsun'un
derslerde onunla not aldığını görünce de mutlu olmuştu.
Aynı dersanede otuz yaşlarında, saçları sürekli
biryantinli, sessiz, sinirli ve sinir bir “yönetici” vardı. “Kimlik belgelerin
eksik”, “Senin cevap kâğıtlarından biri kayıp” gibi bahanelerle Füsun'u odasına
çağırır, hayatın anlamı, İstanbul'un güzelliği, yayımlanmış şiirleri gibi konulardan
söz açar, Füsun'dan cesaretlendirici herhangi bir tepki alamayınca da, ona
sırtını dönüp pencereden dışarı bakarak kısık bir sesle, küfreder gibi “Çıkabilirsin,”
diye tıslardı.
Şanzelize Butik'e alışverişe gelip onu görür
görmez abayı yakan ve Şenay Hanım'ın bol bol elbise, takı, hediyelik eşya
sattığı kalabalıktan ise -aralarında bir kadın da vardı- bahsetmek istemiyordu.
Peki benim ısrarım üzerine, aralarında en “komik” olanını anlatacaktı: Elli
yaşlarında, kısa boylu, küp gibi şişko, fırça bıyıklı, şık ve zengin bir adamdı
bu. Küçücük ağzıyla, Şenay Hanım'la, araya uzun Fransızca cümleler sıkıştırarak
konuşur, dükkânda bıraktığı parfümün kokusu ise Füsun'un kanaryası Limon'u
huzursuz ederdi!
Annesinin sözümona Füsun'a çaktırmadan onu görücüye
çıkardığı pek çok damat adayı arasında birkaç kere buluştuğu ve aklı evlilikten
çok onunla meşgul olan değişik bir adamdan hoşlanmış ve onunla öpüşmüştü. Geçen
sene liselerarası müzik yarışmasını Spor Sergi Salonu'nda izlerken tanıştığı
Robert Kolejli bir çocuk ona fena âşık olmuştu. Okulun kapısına gelir, her gün
birlikte çıkarlardı, iki-üç kere de öpüşmüşlerdi. Evet, Piç Hilmi'yle bir ara
çıkmıştı, ama onunla öpüşmemişti bile. Çünkü onun aklında kızları hemen yatağa
atmaktan başka bir şey yoktu. Güzellik yarışmasının sunucusu şarkıcı Hakan Serinkan'a
meşhur olduğu için değil, içeride kuliste herkes entrikalar çevirir, kendi
hakkı göz göre göre yenirken, kendisine yakınlık ve şefkat gösterdiği, hatta
sahnede soracağı ve diğer kızları tir tir titreten kültür ve zekâ sorularını
(ve cevaplarını) ona kuliste önceden fısıldadığı için yakınlık hissetmiş, daha
sonra bu eski tarz şarkıcının ısrarlı telefonlarına -zaten annesi de
istemiyordu- karşılık vermemişti. Yüzümdeki ifadeyi haklı olarak kıskançlığa
yorduğu ve hâlâ şaştığım bir mantıkla bu kıskançlığın nedeninin yalnızca ünlü
sunucu olduğunu sandığı için, şefkatle ama keyfinden de bir şey kaybetmeden on
altı yaşından sonra kimseye âşık olmadığını açıkladı. Dergilerde, televizyonda,
şarkılarda durmadan aşktan söz edilmesinden hoşlanmasına rağmen bu duygudan her
an bahsedilmesini dürüst bulmuyor, âşık olmayan pek çok insanın ilgi çekmek
için duygularını abarttığını düşünüyordu. Onun için aşk, bir insanın uğruna
bütün hayatını verebileceği, her şeyi göze alabileceği bir şeydi, evet. Ama
hayatta da bir kere olurdu ancak.
“Bu duyguya yakın bir şeyi hiç hissettin mi?”
diye sordum yatakta yanında uzanırken.
“Çok değil,” dedikten sonra gene de biraz
düşündü ve dürüst olmaya çalışan birinin ihtiyatıyla bir kişiden söz etti.
Saplantıya yakın bir tutkuyla kendisine âşık olduğu için
Füsun'un da sevebileceğini hissettiği bu adam, yakışıklı, zengin ve “tabii evli”
bir işadamıydı. Akşamüstleri butikten çıktıktan sonra Füsun'u Akkavak Sokak'ın
köşesinden Mustang'ıyla alırdı. Dolmabahçe'de Saat Kulesi'nin yanında
arabalarda çay içilip Boğaz'ın seyredildiği park yerinde ya da Spor Sergi
Sarayı'nın önündeki boş alanda arabanın içinde, karanlıkta, bazan yağmur
altında uzun uzun öpüşürler, otuz beş yaşındaki tutkulu adam da evli olduğunu
unutup Füsun'a evlilik teklif ederdi. Bu adamın haline Füsun'un istediği gibi
anlayışla gülümseyecek, içimdeki kıskançlığı da bastırabilecektim belki, ama
arabasının markasından, yaptığı işten, iri yeşil gözlerinden sonra, Füsun adını
da söyleyiverince, bir an beni sersemleten bir kıskançlık her yerimi sardı.
Füsun'un Turgay dediği kişi, hem babam hem de ağabeyimle benim sık sık görüştüğümüz
“iş ve aile dostu” bir tekstil zenginiydi. Bu uzun boylu, yakışıklı, aşırı
sağlıklı adamı, Nişantaşı sokaklarında karısı ve çocuklarıyla birlikte aile
mutluluğu içerisinde çok görmüştüm. Turgay Bey'in ailesine olan bağlılığına,
çalışkanlığına, doğru dürüst biri olmasına saygı duyduğum için mi böyle güçlü
bir kıskançlığa kapılmıştım? Bu adamın onu ilk başlarda "elde etmek"
için Şanzelize Butik'e aylarca neredeyse her gün geldiğini ve durumun farkına
varan Şenay Hanım’a rüşvet olarak bol bol alışveriş ettiğini anlattı Füsun.
Şenay Hanım “Kibar müşterimi kırma,” diye onu zorladığı için
hediyeleri kabul etmiş, daha sonra adamın aşkından emin olunca
"meraktan" onunla buluşmaya başlamış, hatta ona "tuhaf bir
yakınlık" da hissetmişti. Karlı bir gün gene Şenay Hanım'ın ısrarlı
zorlamasıyla kadının bir arkadaşının Bebek'te açtığı bir butiğe "yardım
etmek için" adamın arabasıyla birlikte gitmişler, dönüşte Ortaköy'de yemek
yedikten sonra, rakıyı biraz fazla kaçıran "çapkın fabrikatör Turgay
Bey", "Kahve içeriz," diye onu Şişli'nin bir arka sokağındaki
garsoniyerine ısrarla davet etmiş, Füsun onu reddedince de, "o duygusal,
ince adam" ölçüyü kaçırıp "Sana her şeyi alırım," demeye
başlamış, Mustang'ı boş arsalara, kenar mahallelere sürüp onunla her zamanki
gibi öpüşmeye, Füsun karşı çıkınca ona zorla "sahip olmaya"
çalışmıştı. "Bir yandan da bana para vereceğini söylüyordu," dedi
Füsun. “Ertesi akşam dükkân kapanınca buluşmadım onunla. Ondan sonraki gün bu
sefer o dükkâna geldi, yaptıklarını ya unutmuştu ya da hatırlamak istemiyordu.
Çok yalvardı, güzel günlerimizi hatırlatmak için bana bir de oyuncak Mustang alıp
Şenay Hanım'a bırakmış. Ama bir daha Mustang'ına binmedim. Aslında ‘Bir daha
gelme,’ demeliydim. Ama çocuk gibi her şeyi unutacak kadar bana âşık olmasından
etkilendiğim için diyemedim. Belki de ona acıdığım için, bilmiyorum. Her gün
geliyor, Şenay Hanım’ı çok memnun eden büyük alışverişler yapıyor, kansı için
bir şeyler sipariş ediyor, bir an beni bir köşede yakalarsa yeşil gözleri
buğulu ‘Eskisi gibi olalım, gene her akşam seni alayım, arabayla gezelim, başka
bir şey istemiyorum,’ diye yalvarıyordu. “Seni tanıdıktan sonra, dükkâna o
gelince içeri odaya kaçmaya başladım. Artık daha seyrek geliyor.”
“Kışın arabasında onunla öpüştüğün günlerde niye
sonuna kadar gitmedin?”
“On sekiz yaşıma daha basmamıştım o zaman,” dedi
Füsun kaşlarını ciddiyetle çatarak. “On sekiz yaşıma seninle dükkânda
karşılaşmamdan iki hafta önce 12 Nisan'da bastım.”
İnsanın aklının sevgili ya
da sevgili adayıyla sürekli meşgul olması aşkın en önemli belirtisiyse, Füsun'a
âşık olmak üzereydim. Ama içimdeki akılcı, soğukkanlı adam, kafamın sürekli
Füsun'la uğraşmasının, öteki erkeklerden kaynaklandığını söylüyordu.
Kıskançlığın da çok önemli bir aşk belirtisi olduğu yolundaki itiraza ise,
mantığımın telaşlı cevabı, bunun geçici bir kıskançlık olduğu yolundaydı:
Füsun'un öpüştüğü "öteki erkekler"in listesine bir-iki günde alışır,
öpüşmeden öteye geçemeyen bu adamları küçümserdim belki. Ama o gün onunla
sevişirken her zamanki oyunculuk, merak ve taşkınlık karışımı çocuksu cinsel
mutluluktan çok, gazeteci deyişiyle ona "sahip olmak" dürtüsüyle
hareket ettiğimi, isteklerimi sert hare-ketlerle ve buyurgan bir şekilde ona
hissettirdiğimi görmek şaşırttı beni.
Ben yeni dinliyorum masumiyet müzesini Orhan pamuk sanki müze kurmak için yazmış bu hikayeyi acaba dünyada varmidir kitabı müze olan yazar kimden etkilenmistir aydınlatırsanız sevinirim
YanıtlaSil