Fotoğrafı şurdan aldım. |
Posta
kutumda dolgun bir zarf bekliyordu. Zarfı açıp parayı saydım. Tamamdı. Parayla birlikte
kurbanın adının yazılı olduğu bir kağıt parçası, bir vesikalık fotoğraf ve
kurbanı bulacağım yerin adı çıktı zarftan. Sövdüm. Nedenini bilmiyorum. Ben profesyonelim,
bir profesyonele yakışmaz böyle şeyler, ama ağzımdan çıktı işte. Hayır, o adı
okumama gerek yoktu, fotoğraftan tanımıştım zaten. Grace. Patrick Grace. Nobel
Barış Ödülü sahibi. İyi bir adam. Hayatımda tanıdığım gerçekten iyi olan tek
adam. İyilik söz konusu olduğunda dünyada kimse yanına bile yaklaşamazdı.
Sadece
bir kez görmüştüm Partick Grace’i. Atlanta’daki yetimhanede. Hayvan muamelesi
yapıyorlardı bize orada. Kir içindeydik, doğru dürüst beslenemiyorduk,
içimizden biri ağzını açacak olsa kemerle döverlerdi. Genellikle tokasını açma
zahmetine girmeden vururlardı. Grace geldiğinde hepimizi aklayıp pakladılar –
bizi ve yetimhane dedikleri o bok çukurunu. Grace içeri girmeden önce müdür
bize kısa ve bilgilendirici bir konuşma yaptı; gevezelik edenin defteri sonra
dürülecekti. Dayağının tadını bildiğimiz için ne demek istediğini anladık.
Grace odalarımızı gezerken fareler kadar sessizdik. Bizimle konuşmaya çalıştı,
ama sorularına doğru dürüst cevap alamadı. Her çocuğa bir hediye verildi,
hediyeyi alan teşekkür edip yatağına yattı. Benim payıma dart tahtası düştü. Teşekkür
ettiğimde elini yüzüme doğru uzattı. Geri çekildim. Bana vuracağını sanmıştım. Grace
elini usulca saçımda gezdirdikten sonra birden gömleğimi kaldırdı. O günlerde
çenem fazla düşüktü. Sırtımı görünce bunu Grace de anladı. Önce bir şey
söylemedi. Sonra İsa’nın adını tekrarladı birkaç kez. Sonra gömleğimi bırakıp
bana sarıldı ve bundan sonra kimsenin bana vurmayacağına dair söz verdi. Ona inanmadığımı
söylemeye gerek yok. Çıkarı yoksa kimse kimseye iyilik yapmazdı. Bunun bir tür
numara olduğundan kuşkulanıyordum; her an kemerini çıkarıp girişebilirdi. Bana sarılıp
kaldığında çekip gitmesini istedim. Gitti. O gece müdür ve bütün personel
değişti. O günden sonra, Jacksonville’de temizlediğim zenciyi saymazsak, kimse
bana vurmadı. O işi para almadan yapmıştım. O günden sonra, kimse fiske bile
vurmadı bana.
Bir
daha görmedim Patrick Grace’i. Ama gazetelerde sık sık onunla ilgili haberlere
rastlıyordum. Yardım ettiği insanlar, yaptığı iyilikler. İyi adamdı. Ondan daha
iyi bir adam yoktu galiba dünyada. Bu çirkin gezegende iyilik borcum olan tek
insandı. İki saat sonra onunla buluşmam gerekiyor. İki saat sonra beynine bir
kurşun sıkmam gerekiyor.
Otuz
bir yaşındayım. Mesleğe girdiğimden bu yana otuz dokuz iş yaptım. Yirmi altısını
bir kerede hallettim. Asla öldürdüğüm insanları anlamaya çalışmam. Hiçbir zaman
nedenini öğrenmek istemem. İş iştir ve daha önce de dediğim gibi, ben
profesyonelim. İyi bir itibarım var., ki bu meslekte en önemli şeydir. Bu meslekte
gazeteye ilan vermezsin, doğru kredi kartına sahip kişilere özel indirim filan
yapmazsın. Bu meslekte ayakta kalmanın tek yolu insanların işi tamamlayacağına
güven duymalarıdır. Bu yüzden de hiçbir işi geri çevirmemeyi ilke edindim. Sicilimi
kontrol edenler sunduğum hizmetten hoşnut kalmış müşterilerle dolu olduğunu
görecektirler. Hoşnut kalmış müşteriler ve cesetlerle.
Sokağa
bakan bir oda kiraladım, kafenin tam karşısında. Pansiyon sahibine eşyalarımın
pazartesi günü geleceğini söyleyip iki aylık kirayı peşin ödedim. Yarım saat
kadar zamanım vardı. Tüfeği monte edip kızılötesi görüşünü sıfırladım. Yirmi altı
dakika. Bir sigara yaktım, hiçbir şey düşünmemeye çalışıyordum. Sigarayı bitirdim,
izmariti odanın köşesine fırlattım. Böyle birini kim, niye öldürtmek ister? Bir
hayvan ya da sapık ancak. Tanıyordum Grace’i. Çocukluğumda sarılmıştı bana. İş işti
ama. Duygularına kulak verirsen hapı yutardın. Köşedeki halı tütmeye başladı. Yataktan
kalkıp izmaritin üzerine bastım. On sekiz dakika. On sekiz dakika sonra her şey
bitmiş olacaktı. Futbol düşünmeye çalıştım, Dan Marino’yu düşündüm, 42. Cadde’de
arabanın ön koltuğunda ağzına verdiğim fahişeyi düşündüm. Bir şey düşünmemeye
çalıştım.
Tam
zamanında geldi. Kendine özgü o yaylana yaylana yürüyüşünden ve omuzlarına
kadar inen saçlarından tanıdım onu. Dışarıdaki masalardan birine oturdu, en
aydınlık yere, bana dönük. Açı mükemmeldi. Orta menzil. Gözlerim kapalı
vurabilirdim onu. Kırmızı nokta başının yan tarafına geldi, sol tarafa. Sağa alıp
ortaladım, soluğumu tuttum.
Tetiği
çekmek üzereyken dünyadaki bütün varlığını elindeki poşetlerde taşıyan yaşlı
bir adam geçti önünde, tipik bir evsiz. Tam kafenin önünde poşetlerden birinin
sapı koptu. Poşet yere düştü, içindekiler kaldırıma saçıldı. Grace’in bir an
için kasıldığını fark ettim, ağzının köşesi seyirdi ve adama yardım etmek için
ayağa fırladı. Kaldırıma diz çöküp yerdeki gazeteleri ve boş teneke kutularını
poşete doldurmaya başladı. Kırmızı noktayı yüzüne odakladım. Yüzü benimdi
artık. Kırmızı nokta tam alnındaydı, Hintlilerin kast işareti gibi. O yüz
benimdi ve yaşlı adama gülümsediğinde parladı. Kilise duvarlarındaki aziz
tabloları gibi.
Gözümü
dürbünden çekip dikkatle parmağıma baktım. Tetiğin üzerinde kararsız bir
biçimde duruyordu. Donup kalmıştı sanki. O anda anladım yapamayacağımı. Kendimi
kandırmanın anlamı yoktu. Emniyet mandalını kapatıp mermiyi yatağından
çıkardım.
Tüfeği
kutusuna yerleştirip kafenin yolunu tuttum. Tüfek, tüfek olmaktan çıkmıştı
artık, beş zararsız parçadan ibaretti. Grace’in masasına gittim, tam karşısına
oturup bir kahve söyledim. Beni son gördüğünde on bir yaşındaydım, hemen tanıdı
ama. Adımı bile hatırladı. İçindeki parayla birlikte zarfı masanın üzerine
koyup birinin beni onu öldürmem için kiraladığını söyledim. Soğukkanlı görünmeye
çalıştım, işi yerine getirmeyi aklımdan bir saniye olsun geçirmemiş gibi. Grace
gülümsedi ve bildiğini söyledi. İçi para dolu zarfı kendisi göndermişti, ölmek
istiyordu. Cevabının beni dumura uğrattığını itiraf etmeliyim. Kekeledim. Nedenini
sordum. Ölümcül bir hastalığa mı yakalanmıştı? “Ölümcül bir hastalık mı?” dedi
gülerek. “Öyle de denebilir sanırım.” Ağzının köşesi seyirdi yine, pencereden
baktığımda fark ettiğim köşe, sonra konuşmaya başladı: “Çocukluğumdan beri var
bende bu hastalık. Semptomlar gayet belirgindi, ama kimse tedavi etmeye
çalışmadı. Oyuncaklarımı başka çocuklara verirdim. Asla yalan söylemezdim. Asla
hırsızlık yapmazdım. Okul kavgalarında bile bana vuranlara karşılık vermezdim. Öteki
yanağımı çevirirdim. Bu hastalık derecesinde iyi yüreklilik yıllar geçtikçe
daha da kötü bir durum aldı, ama kimse bu konuda bir şey yapmayı aklından bile
geçirmedi. Oysa hastalık derecesinde kötü yürekli olsaydım beni hemen
psikiyatra götürür, önünü kesmeye çalışırlardı. Ama iyiysen? Bir sevinç çığlığı
ya da iltifat karşılığında ihtiyaçlarını gidermek, içinde yaşadığımız toplumun
fertlerinin içine gelen bir şey bu. Ve ben her gün biraz daha kötüye gidiyorum.
Her lokmadan sonra etrafımda benden daha aç olup yemeğimi benim yerime
bitirecek birini aramadan yiyemez oldum. Geceleri uyuyamıyorum. New York gibi
bir kentte yaşıyorsan ve evinden altmış adım uzaklıktaki park banklarında
soğuktan titreyen insanlar olduğunu biliyorsan nasıl uyursun?”
Ağzının
köşesi seyirdi yine, sonra bütün vücudu sarsıldı. “Böyle devam edemem, uyku
yok, yemek yok, aşk yok. Dünyada bu kadar sefalet varken aşka zaman mı kalır? Bir
karabasan bu. Kendini benim yerime koy. Ben istemedim böyle olmayı. Bir iblis
sanki… Ama bedenini ele geçiren iblis değil de melek. Lanet olsun. İblis olsaydı
bugüne kadar biri işimi çoktan bitirmişti. Ama bu?” Grace iç geçirip gözlerini
kapattı. “Bak,” diye devam etti. “Şu parayı al, bir balkondan ya da çatıdan
bitir bu işi. Ben kendim yapamıyorum. Her gün biraz daha katlanılmaz bir hal
alıyor. Sana parayı göndermek, şu konuşmayı yapmak bile, zor” dedi alnını
kurulayarak. “Çok zor. Kendimden bir kez daha deneme gücün bulacağımı sanmıyorum.
Lütfen, şu çatılardan birinde kendine bir yer bul ve bu işi bitir. Yalvarırım.”
Baktım ona, acı içindeki yüzüne. Çarmıhtaki İsa gibiydi, aynı İsa gibi. Bir şey
demedim. Ne diyeceğimi bilemedim. Ben her zaman doğru cümleyle hazır beklerim;
rahip, bardaki fahişe, federal polis, fark etmez. Fakat onunla? Onunla yetimhanedeki
o ürkek çocuktum yine, beklenmedik her hareket karşısında korkup geri çekilen
küçük çocuk. Ve o iyi adamdı, en iyi
adam. Harcayamayacaktım onu. Denemeye gerek bile yoktu. Parmağım tetiği çekemezdi.
“Bağışlayın,
Bay Grace,” diye fısıldadım uzunca bir süre sonra, “ben…”
“Beni
öldüremeyeceksin,” dedi gülümseyerek. “Pekâlâ. Sen ilk değilsin, biliyor musun?
İki kişi daha bana zarfı iade etti. Bu da lanetin bir parçası galiba. Ama sen,
yetimhanede büyümüş biri olarak…” Omuz silkti. “Ve ben gücümü her geçen gün
biraz daha yitirirken… Bir şekilde sana yaptığım iyiliği iade etmek istersin
diye düşünmüştüm.”
“Bağışlayın,
Bay Grace,” diye fısıldadım. Gözlerim dolmuştu. “Keşke yapabilseydim…”
“Üzülme,”
dedi. “Anlıyorum. Bir kaybın yok. Unut gitsin.” Masanın üzerinden hesap
pusulasını aldığımı görünce kıkırdadı. “Kahve benden. Israr ediyorum. Öyle olmak
zorunda, anlıyor musun? Hastalık gibi bir şey.” Elimdeki buruşuk banknotu
cebime soktum. Birkaç adım attıktan sonra arkamdan seslendi. Tüfeği unutmuştum.
İçimden
kendime söverek gidip tüfeği aldım. Çaylak gibi hissettim kendimi.
Üç
gün sonra, Dallas’da, bir senatörü vurdum. Çetrefilli bir işti. Yüz metre
uzaklık, yarım görüş, yandan esen rüzgâr. Yere yığılmadan önce ölmüştü zaten.
***
Yazan:
Etgar Keret
Çeviren:
Avi Pardo
Kitap:
Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, 2004
Yayınevi:
Siren Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder