Az sonra okuyacağınız uzun yazı, tarihçi ve siyaset bilimci Zeev Sternhell’in bir ansiklopedi maddesi olarak yazdığı faşizm tarifi. Çok sık kullanılan bir tabir olarak faşizmin tarihsel köklerini görmenin iyi olacağını düşündüm. İletişim Yayınları'ndan çıkan "Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları" isimli derleme kitaptan yazıya geçirdim. Kitapta bu konuda gerçekten çok iyi çalışmalar yer alıyor. İyi okumalar...
***
faşizm. 20.
yüzyılın bütün büyük ideolojileri arasından, yüzyılın kendisiyle birlikte
varlık bulan sadece faşizmdi. Organik MİLLİYETÇİLİK ve Marksizm karşıtı
SOSYALİZM’in bir sentezi olarak, liberalizm, demokrasi ve Marksizmin
reddedilmesine dayanan devrimci bir harekettir. Özü itibariyle faşist ideoloji,
materyalizm karşıtıydı – liberalizm, demokrasi ve Marksizm aynı materyalist
musibetin farklı veçheleri olarak görülmekteydi. Yüzyılın başından itibaren,
bir yandan Maksizmi reddederken diğer yandan da devrimcilik özelliğini koruyan,
çeşitli sosyalizm biçimleri ile liberalizm karşıtı ve burjuva karşıtı
milliyetçiliğin birbirlerine yakınsamasına imkân veren de tam olarak bu
materyalizm karşıtı başkaldırıydı. Bu sosyalizm biçimi, aynı zamanda tanımı itibariyle
liberalizm karşıtı ve burjuva karşıtıydı ve tarihsel materyalizme karşı
muhalefeti, onu radikal milliyetçiliğin doğal müttefiki haline getirmekteydi. Faşist
sentez, 18. yüzyıl ve Fransız Devrimi’nden miras alınan siyasal kültürün
reddini simgelemekteydi ve yeni bir medeniyet kurmayı hedeflemekteydi. Toplumdaki
bütün tabaka ve sınıfların mükemmel bir şekilde bütünleşebileceği bir insan
toplumunun kalıcılığını, ancak komünal ve bireyselcilik karşıtı yeni bir
medeniyetin sağlayabileceğini ve böylesi uyumlu, organik bir toplumun doğal
çerçevesinin ancak (her ikisi de savaş ve bölünmüşlüğün aracıları olan
liberalizm ve Marksizmin hiçbir zaman sağlayamayacağı ahlâki birliğe nail
olmuş) millet olabileceğini düşünmekteydi.
Biyolojik determinizme dayanan organik,
kabilesel ve dışlayıcı milliyetçilik , yüzyılın dönümünde gerçekleşen
entelektüel devrimin siyasal terimlere aktarılmasından ibaretti. (‘Proleter
millet’ fikrinin yaratıcısı) Corradini, BARRES ve MAURRAS’la birlikte
milliyetçilik, tutarlı bir siyasal teori haline gelmişti. Bu da faşist
denklemin ikinci boyutuna çok rahat uyum sağlamıştır: Yüzyılın başında Georges
SOREL ve İtalyan devrimci SENDİKALİZM’in teorisyenleri tarafından başlatılan,
Marksizmin revizyonu. Eğer materyalizme karşı başlangıçta olan bu başkaldırı
hesaba katılmayacak olursa, faşist ideolojinin anlaşılması pek mümkün olmaz. Entelektüel
açıdan SOSYAL DARWİNİZM’den, Bergson ve NIETZSCHE’nin Kartezyencilik ve
Kantçılık karşıtı felsefelerinden, Le Bon’un psikolojisi ve PARETO’nun
sosyolojisinden çok ciddi biçimde etkilenmiştir. Kapitalist ekonomi, burjuva
toplumu ve çalışan sınıfın yaşamında – Marksist beklentilerin tam aksi yönde –
gerçekleşen olağanüstü değişimlerin yaşandığı bir çağda gelişmiştir.
Sorel, Marksizmin rasyonalist, Hegelci
temellerinin yerine materyalizm karşıtı, istenççi ve dirimsel unsurlar
koymuştur. Sosyalizmin bu biçimi sezgiye, enerjiye, élan’a, aktivizme ve kahramanlık tapınımına dayanan bir eylem
felsefesiydi. Sorel, kitleleri harekete geçirmek için aklın değil, hayal gücünü
etkileyen imge sistemleri ve efsanelerin gerektiğini düşünmekteydi. Proleter sınıfın
devrimci bir unsur olarak kendisine biçilen rolü yerine getirmekte yetersiz
kalmış olmasından dolayı, genel grev ve proleter şiddet efsanelerinin boş
olduğunun ortaya çıkmasından sonra, Sorelcilerin Marksizmi terk etmek ve
proleter sınıfın yerine yükselişte olan büyük bir gücü, yani bir büyün olarak
milleti geçirmekten başka çareleri kalmamıştı. Kalbinde yeni bir devrim
düşüncesi taşıyan ‘herke için sosyalizm’ fikrine bu yoldan ulaşıldığında –
sınıf mücadelesi özelliklerini taşımayan tek devrim biçimi olarak elde doğal
olarak milli, ahlâki ve psikolojik devrim kalmaktaydı.
Bunların arasında Arturo Labriola, Robert
MICHELS, Sergio Panunzio ve Paolo Orano gibi devrimci sendikalizm teorisyenleri
ve bunların yoldaşı Benito Mussolini vardı. Mussolini ile devrimci sendikacılar
arasındaki bağ, 1902’ye gelindiğinde çok güçlü hale gelmişti ve Mussolini’nin
Birinci Dünya Savaşı öncesindeki gelişimi bunların gölgesinde gerçekleşmiştir. Mussolini
ve devrimci sendikacılar, 1914’te Corradini’nin milliyetçileriyle birlikte
müdahaleci harekete önayak olmuşlardır. Böylece radikal milliyetçilik ve yeni
sosyalizmin oluşturduğu bu sentez, siyasal bir gerçekliğe dönüşmüştür. Savaş esnasında,
devrimci sendikalizm önce milli sendikalizme sonra da faşizme dönüşmüştür.
Bu sentez, 1910-12 yıllarında Fransa’daki Les Cahiers du Cercle Proudhon ve en
önemlisi de İtalya’daki La Lupa gibi
yayınlarda çoktan siyasal bir teori olarak ifade edilmişti. Milliyetçiler ve
devrimci sendikacılar, o dönemdeki ticaretçi medeniyetin yerine, burjuva
hedonizmi ve egoizminin yerini fedakârlığın alacağı, keşişler ve savaşçılardan
oluşan savaşçı, yiğit ve kahraman bir medeniyet kurmayı arzulamaktaydılar. Bu yeni
dünya, sadece bir sürüden ibaret olan kitleleri savaşa sürme becerisine sahip
tek şey olan seçkinlerin vazife bilinci sayesinde yaratılabilirdi.
Faşist ideolojinin Ağustos 1914 öncesinde
işlenmiş olan bu kurucu unsurları, hem İtalya hem de başka yerlerde (Georges
Valois, Robert Brasillach ve Marcel Deat ya da Jacques Doriot gibi eski Fransız
sosyalistleri ve komünistleri arasında) 1920’ler ve 1930’larda neredeyse
birebir aynı şekliyle yeniden ortaya çıkmıştır. Diğer örnekler arasında İspanya’da
Jose Antonio Primo de Rivera, Belçika’da Léon Degrelle ve Romanya’da Corneliu
Zelia Coreanu vardır.
Bu bakış açısından, faşizmin Avrupa genelinde
bir olgu olduğu ve – bir ideoloji, bir siyasal hareket ve bir yönetim biçimi
olarak – üç seviyede varlık gösterdiği açıktır. Düşünceler tarihi açısından
bakıldığında, Birinci Dünya Savaşı, diğer pek çok alanda görülenin aksine bir
dönüm noktası oluşturmaktaydı. Faşizm, sadece savaşlar arası döneme ait bir
olgu değil, bilakis 19. yüzyılın sonunda Avrupa kıtasında yaşanan
modernleşmeyle başlayan tarihsel dönemin bir parçasıydı. Yüzyılın dönümündeki
entelektüel devrim ve kitlelerin siyasete girişi, medeniyetin özsel sorunlarına
karşı takınılan bir tutum, bir hassasiyet ve bir düşünce sistemi olarak faşizmi
doğurmuştur. Birinci Dünya Savaşı ve 1930’lardaki ekonomik kriz, faşist
hareketler için gereken sosyolojik ve psikolojik şartları sağlamış, ancak
faşist ideolojiyi doğurmamıştır.
Ancak savaş, sadece milliyetçiliğin kitleleri
harekete geçirebilme kabiliyetini kanıtlaması nedeniyle değil, fakat modern
devletin dehşetengiz gücünü ortaya çıkartmasıyla da, faşist ideolojinin gücünün
zirvesine çımasına katkıda bulunmuştur. Ekonomik planlama ve ulusal ekonomi ile
özel mülkiyetin devlet için seferber edilmeleri konularında yepyeni
olasılıkları ortaya çıkartmıştır. Devlet, ulusal birliğin ifadesi olarak
görülmekteydi ve kudreti kitlelerin manevi ittifakına dayanmaktaydı, fakat
devlet aynı zamanda da elindeki bütün imkânları kullanarak beslediği bu
birliğin bekçisiydi. Savaş, bireylerin fedakârlık kapasitelerinin ne kadar
büyük olabileceğini, enternasyonalizm düşüncesinin ne kadar yüzeysel olduğunu
ve toplumun bütün tabakalarının devletin hizmetine nasıl koşulabileceğini
ortaya çıkartmıştır. Komuta birliği, otorite, liderlik, ahlâki seferberlik,
kitlelerin eğitimi ve bir iktidar aracı olarak propagandanın önemini gözler
önüne sermiştir. Her şeyden önemlisi de, demokratik özgürlüklerin ne kadar
kolay askıya alınabildiğini ve diktatörlük-benzeri bir yönetim biçiminin ne
kadar kolay kabul görebildiğini göstermiştir.
Faşistler, savaşın pek çok açıdan Sorel,
Michels, Pareto ve Le Bon tarafından ifade edilen fikirlerin geçerliliğini, yani
kitlelerin bir efsaneye ihtiyaç duyduğu, sadece itaat etmek istedikleri ve
demokrasinin bir paravandan ibaret olduğunu ispatladığını düşünmüşlerdir. Tarihteki
ilk topyekûn savaş olan Birinci Dünya Savaşı, yüzyılın ilk on yılında ileri
sürdükleri fikirlerin uygulamada kanıtlandıkları bir laboratuardı. Bu kapsamda,
Gentile ile Mussolini, José Antonio ile Oswald Mosley, Léon Degrelle ve Drieu
La Rochelle’in yazılarında bulunduğu biçimiyle 1930’ların faşizmi, hem savaş
öncesi milliyetçiler ve sendikacıların teorik katkılarından hem de savaş
tecrübelerinden oluşmaktaydı.
Faşizmin siyasal felsefesinin temelinde,
bireyin toplumsal ve hayvan olarak kavranması yatmaktaydı. Gentile açısından,
bireysel insan bir atom değildi; insan her açıdan siyasal bir hayvandı. Karşılıklılığa
dayanan kurallara ve bir yükümlülükler sistemine sahip toplumsal bir
örgütlenmenin dışındaki bir insanın özgürlüğünün hiçbir anlamı yoktur. Gentile ve
Mussolini açısından insan, son kertede ancak bir toplumun parçası olduğu ve
toplumsal olarak belirlendiği zaman vardı.
Ancak faşist düşünce burada durmamış,
Mussolini’nin ifadesiyle ‘devletin ve devlet içindeki bireyin özgürlüğü’ olarak
tanımlanan bir özgürlük kavramı geliştirmeye başlamıştır. Mussolini’nin adalet
bakanı Alfredo Rocco’ya göre, bireysel hakların ancak devletin hakları
kapsamına girdiği kadarıyla tanınmasının nedeni de budur. Faşizm, bu tür savlar
aracılığıyla, Fransız faşist Marcel Deat tarafından hayranlıkla ‘hiçbir
çatışmanın, zaafın ve anarşinin olmadığı bütünsel toplumdaki bütünsel insan’
olarak nitelenen yeni insan ve yeni toplum kavramlarına ulaşmıştır. Faşizm,
uyumlu ve yeniden birleşmiş bir halk öngörmekteydi; bu sebeple de müzakere ve
tartışmaların yerini şarkılar ve meşalelerin, fiziksel güç, şiddet ve vahşete
tapınmanın aldığı toplu komünyon ayinleri olan resmigeçitleri, geçit
törenlerini ve üniformaları vurgulamıştır. Bu birlik, en mükemmel ifadesini
yarı-kutsal lider figüründe bulmuştur. Halkının ruhu, iradesi ve erdemlerini
temsil eden ve milletle özdeşleştirilen bir lidere tapınılması, faşist
komünyonun temel taşıydı. Faşizmi POZİTİVİZM’e karşı bir başkaldırı olarak
tanımladığında, Gentile son derece haklıydı.
Milletin bütünselliğinin korunması ve
toplumsal sorunların çözülmesi, paranın diktatörlüğünün yıkılmasına bağlıydı. Vahşi
kapitalizmin yerini klasik ulusal dayanışma araçları almalıydı: Başında güçlü
bir devletin bulunduğu kontrollü bir ekonomi ve korporatif örgütlenme ve
siyasetin ekonomi üzerindeki zaferini temsil eden bir karar alma aygıtı. Bütün siyasal
ve toplumsal yaşamın ve bütün manevi değerlerin yaratıcısı olan faşist devlet,
elbette ekonomi ve toplumsal ilişkilerin de tartışmasız efendisi olacaktı.
Faşist devrimin temel taşı, iktidar
ilişkilerinin yeniden düzenlenmesiydi. Bu ahlâki ve siyasal devrimin en çarpıcı
yanı, TOTALİTERYANİZM’di. ‘Bizimkisi anavatanın bütünlüğüne hizmet eden
totaliter bir devlet olacaktır’ demiştir José Antonio. Faşist literatürün her
yanında, aynı damardan sayısız paragraf bulunabilir. Totaliteryanizm, faşizmin
özünün ta kendisiydi ve tereddütsüz, totaliter ideolojinin en saf örneği
faşizmdir. Yeni bir medeniyet, yeni bir insanoğlu tipi ve yepyeni bir yaşam
biçimi yaratma hedefiyle yola çıkan faşizm, devlet müdahalesinden bağımsız
kalabilecek hiçbir insani faaliyet alanı tasavvur etmemekteydi. ‘Diğer bir
ifadeyle, biz doğadaki aktif bütün güçleri kontrol eden bir devletiz. Siyasal güçleri,
ahlâki güçleri, ekonomik güçleri kontrol etmekteyiz…’ ve ‘her şey devletin
içindedir, devlete rağmen hiçbir şey yoktur, devlet dışında hiçbir şey’ diye
yazmıştır Mussolini. Mussolini ve Gentile açısından, faşist devlet kendi
bilinci ve iradesi olan bir varlıktı – bu sebeple de ‘ahlâki’ olarak
tanımlanabilirdi. Devletin varlığı, sadece bireylerin haklarının ona bağımlı kılınması
anlamına gelmekle kalmamaktaydı, bilakis devlet, ‘devlet olmanın gereği olarak
fiziksel görünüşleri de dâhil olmak üzere halkı toptan dönüştürebilme’ hakkını
talep etmekteydi. ‘Değeri olmak şöyle dursun, hiçbir insan ya da manevi değerin
[devletin dışında bir] varlığı dahi olamaz’; ‘devletin dışında hiçbir birey ya
da grup (siyasal partiler, kültürel dernekler, ekonomik birlikler, toplumsal
sınıflar) yoktur’.
Siyasal gücün bu şekilde
kavramsallaştırılması ve beraberinde getirdiği fiziksel ve ahlâki baskıların
somut neticelerini tasavvur etmek zor değildir. Bu noktada, komünist ve faşist
totaliteryanizmlerin arasındaki farkı da görmekteyiz. Stalinist diktatörlük,
kesinlikle Marksist devlet teorisinin bir uygulaması olarak tanımlanamazken;
faşist terör, en metodolojik biçimde uygulamaya konmuş bir öğretidir. Faşizm,
düşünce ve eylem birliğinin en iyi örneklerinden birini teşkil etmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder