Cassirer (soldaki), Heidegger'in gelişini görememiş o zaman. |
1929’un
Mart ayında, Fransa devleti ve Weimar Cumhuriyeti’nin katkılarıyla, bir grup akademisyen
İsviçre’nin meşhur kayak ve konaklama merkezi Davos kasabasında, felsefe
konuşmak için bir araya geldi. Davos Üniversite Konferansları serisinin
(toplamda 4 kez düzenlendi) ikincisine (ilki bir önceki yıl, Albert Einstein’ın
sunumuyla gerçekleşmişti) 50 profesör, 200’ün üzerinde üniversite öğrencisi ve Davos’ta
yaşayan 950 kadar köylü katılmıştı. Daha sonraları “Davos Dispute” (Davos
Tartışması) olarak anılacak oturumlara, dönemin önde gelen iki Alman filozofu
Ernst Cassirer ve Martin Heidegger arasındaki tartışma damgasını vuracaktı.
Bir
zamanlar verem hastalarının iyileşmek için geldiği Davos, daha önce de çok
sayıda önemli kültür ve bilim insanını misafir etmişti. Thomas Mann’ın meşhur
romanı Büyülü Dağ (1924), Davos’ta
geçiyordu sözgelimi. Mann’ın eşi, vereme yakalandığı dönemde burada tedavi
görmüştü ve yazarın uzun süre hazırlığını yaptığı romanına ilham olmuştu. Ancak
veremin toplum ve birey üzerindeki yıkıcı etkisi azaldıkça, yani tedavisinde
daha etkili olundukça, Davos ‘yalnız bir kasaba’ya dönüşmeye başlamıştı.
Kasabanın önde gelenleri de, ilgiyi canlı tutmak ve kültürel çeşitliliği
korumak için Davos Üniversite Konferansları’nı icat etti.
1928’deki
ilk konferans, doğal bilimlerle (natural
sciences) ilgiliydi ve çeşitli bilim insanlarından yaptıkları çalışmaları
sunmaları istenmişti. Toplantıyı cazip kılacak isimse, Davos’ta o sene
görecelilik kuramını anlatan Albert Einstein oldu. 1929’da felsefe
tartışmalarıyla geçen konferansların lokomotifi Cassirer ile Heidegger
arasındaki tartışmaydı. 1930’da sosyal bilimciler, 1931’de ise kültür, eğitim (Bildung) alanında konuşmacılar gelecekti
Davos’a. Hitler’in iktidara gelmesi, küresel ekonomik kriz, Weimar Cumhuriyeti’nin
sona ermesi ve Fransa ile Almanya arasındaki işbirliğinin yıkılmasıyla, Davos
Üniversite Konferansları daha sonra devam edemedi.
1920’ler
entelektüellerin ‘insanlık krizi’ meselesine en çok kafa yordukları dönem.
Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkileri sürerken, insanlar böyle bir topyekûn
vahşete nasıl gidildiğini sorguluyor. Büyük Buhran’a götürecek ekonomik
açmazların etkisi iyiden iyiye hissediliyor. Bu çaresizlik içerisinde, Avrupa’da
‘faşizmin hayaleti’ dolaşmaya başlıyor. Weimar Cumhuriyeti’nde ‘kabul gören’
Yahudiler önemli sosyal konumlar elde ederken, anti-Semitik Nasyonal Sosyalizm bu
konumu iyiden iyiye tehdit ediyor. 1929’daki felsefe tartışması doğrudan bu
konuların hiçbiriyle ama dolaylı olarak tamamıyla ilgili bir tartışma hüviyetiyle,
ayrıca ilgi çekici.
Harvard’dan
tarihçi Peter E. Gordon’un bu tartışmayı bütün yönleriyle (tarihsel arka planı,
tartışmacıların profilleri, tartışmanın kelime kelime analizi vs.) “Kıtasal Bölünme: Cassirer, Heidegger, Davos”
(2010) isimli önemli bir kitabı var. Öncesinde de tabi bu konuyla ilgili
kitaplar (M. Friedman, 2000; E. Skidelsky, 2008) yazılmış. Gordon’un kitabıyla ve
tartışmayla ilgili New Republic
dergisinde harika bir makale (David Nirenberg, 2011) yayınlanmış ayrıca. Nirenberg,
tartışmayı kıtasal felsefenin (continental philosophy) o güne kadarki
tartışmalarının bir özeti ve sonrası için de yön tayin edici bir köşe taşı
olarak görüyor.
“İnsan
olmak nasıl bir şeydir?” konusunun ele alındığı konferanslar için Nirenberg,
Shakespeare’in Hamlet’inden meşhur bir tiradı serlevha yapmayı uygun görüyor bu
sebeple:
“İnsan, ne yaman bir yapı insan! Akıl gücüyle ne soylu bir varlık! Düşünme yetenekleri ne sonsuz! Duruşu, kımıldanışı ne anlamlı, ne güzel! Ne melekçe davranışları, ne tanrıca kavrayışları var! Evrenin gözbebeği insan, canlıların baş tacı! Ama benim için nedir insan, bu özü toz yaratık?” (Sabahattin Eyyüpoğlu çevirisi)
Tartışmanın
kaynağı ama Shakespeare değil, kendinden önceki felsefeyi yenileyerek kendi çağını başlatan Alman
filozof Immanuel Kant. Ernst Cassirer de, Martin Heidegger de, burada Kant’ı
nasıl yorumladıklarını anlatıyorlar aslında. Her ikisi de, bilim felsefesi
üzerine çalışmış, Kant’ın ontolojisine kafa yormuş bu isimlerden Cassirer neo-Kantçı
okulun en önemli figürlerinden birisi olarak görülürken Heidegger, felsefeye
getirdiği yeni ve ilginç bakış açısıyla henüz yeni yeni tanınan genç bir
filozof olarak biliniyor (Varlık ve Zaman’ı
iki yıl öncesinde yayınlamıştı).
Cassirer,
Heidegger’den 15 yaş büyüktür, ince, uzun boylu, beyaz dalgalı saçları ve nazik
konuşmasıyla tam bir beyefendidir. (Toplantıya öğrenci olarak katılan genç Levinas,
bir konuşma esnasında Cassirer’i taklit etmek için saçına beyaz pudra dökmüş.
Bu davranışından utanıp yıllar sonra filozofun eşinden özür dilemiş.) Heidegger
ise konferans serisi boyunca genç öğrencilerle kayak yapmış, şakalaşmış, hatta
bazı oturumlara kayak kıyafetleriyle katılmış, ‘köylü tipli’ ama heyecanlı
konuşan (‘Heraklit soluklu’), yeni kelimeler kullanan bir adamdır. Bu sebeple
belki de, daha çok ilgi çeker.
Krizler
çağının ortasında Cassirer, krizin insanlığın ahlakî çöküntüsüne işaret
ettiğini düşünürken Heidegger, krizleri insanlığın ilerlemesi için ‘gerekli’ görmektedir.
Düşünce
tarihi açısından Kant, Leibniz’in ‘saf (matematiksel) düşünce’ kuramıyla Hume’ün
‘tecrübeye dayanan aklı’ yani emprisizmi arasındaki ‘orta yol’ olarak görülür
çoğunlukla. Ancak Kant daha fazlasıdır. Bilimsel bilginin (mesela Kopernik) düşünme
biçimine kattıklarını çok iyi analiz etmiş ve bunları sentezleyerek düşünceye yeni ufuklar, biçimler kazandırmıştır. Kant’a göre düşünce insanı, doğaya
uysal bir talebe gibi değil bir sorgu hâkimi gibi bakmalı ve onu zekice
sorularla konuşturmalıdır.
Bu
noktada Cassirer, Kant'ın düşünce biçimleri üzerine tahlilleri ve özellikle hayalgücünün sınırsızlığını ele alarak, insanın aşkın bir noktaya yolculuğunu anlatmaya koyulur. ‘Sembolik düşünce’, Cassirer’e
göre, sonsuzluğa atılmış adımdır. İnsan, ‘bilinçli bir yaratım’ süreciyle
birlikte, onu donuklaştıran her şeyden ‘özgür’ hâle gelecek, hem de biçimin
düşünceye kattıklarıyla sonsuzluğa ulaşacaktır. İlk kültür kuramcılarından olan Cassirer, insanın (çoğunlukla sanatla öne çıkarılan) yaratıcı yönünün onun zamanı ve mekânı aşması adına en önemli sıçrama tahtası olduğuna hükmeder.
Toplantıya
katılan ve Cassirer’in öğrencilerinden Leo Strauss bile, bu noktada
hocasının biraz kaybolduğunu düşünür. Kuantum fiziğinin düşünceye katkılarına dair
ilk felsefî metinlerden birinin yazarı olan Cassirer, ontoloji konusunda
Heidegger’in ‘orijinal’ fikirlerini biraz küçümsediği için olsa gerek, bu
noktada Heidegger sazı eline alır ve ‘sonlu’ nesnelerin biçimleri yoluyla
insanın nasıl sonsuzluğa erişebileceğini sorgular. Zira ona göre insan, kendi bilinciyle
seçemediği bir dünyaya ‘fırlatılmış’tır ve ondaki anlamı da ‘bilinçli’ bir
şekilde çözebilecek değildir.
Heidegger,
kendi okumasında, Kant’ın hayal gücü, içgüdü ve benzeri duyguları aklın yanına
yerleştirerek ontolojiye kapı araladığını savunur. Onun için Kant okumak, bilimin
ulaşamadığı yerlerde ‘varlığı’ aramaya koyulmaktır. Zira varlığın ‘temeli’ bir
çeşit hiçliğe dayanır ve matematik (akıl) buraya asla ulaşamaz. Georg Cantor’un
1880’lerde bulduğu ve daha sonra büyük bir zafer olarak görülen ‘sonsuzötesi sayıları’ dâhi çözüm
değildir. Heidegger, Dasein
kavramıyla birlikte sürekli hareket hâlinde ve ‘bilindikçe bilinmezleri artan’
bir varlık tanımı yapmaktadır.
Tahmin
edebileceğiniz gibi, Heidegger İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Hannah Arendt’in
de çabasıyla Nazizm kozasını kırıp yeniden Avrupa felsefesi mahfillerinde
anılmaya başlayınca, en çok Fransız varoluşçularının dikkatini çekecektir. Hâlâ
bir ayağı Kant’a (kıta felsefesine) dayanan ve bilimciliği de aslında reddetmeyen bu türlü bir ‘mistisizm’
(Bergson’la da omuz omuza) neo-Kantçı analitikçilere alternatif arayan
Avrupalılar için (mesela Michel Foucault, Jacques Derrida) ab-ı hayat gibi
gelmiştir.
Öte
yandan tartışmayı hayli ‘popülerleştiren’ bir diğer etken, Ernst Cassirer’in Weimar
Cumhuriyeti’nin ilk Yahudi ‘üniversite bölüm başkanı’ olmasına karşın,
Heidegger’in yükselişteki anti-Semitik Nazi partisini desteklemesidir. Bu
siyasî (aslında varoluşsal) farklılığın düşüncelere etkisi var mıdır? İlginç
bir şekilde, neo-Kantçı ekol için Avrupa’da “Yahudi icadı” algısı varmış o
zamanlar. Bazı yorumculara göre, Cassirer’in eski yüzyıla ait gibi
görünen ancak dünyayı ‘değiştirmeye’ ve ‘ahlakî olarak akılla daha iyi bir yere
götürmeye’ dair felsefesinin karşısında, Heidegger’in daha içe dönük, mistik, ‘gözlemci’
ve pasifleştirici felsefesi Nazizme (otoriterliğe boyun eğer yığınlara)
geçit vermektedir.
Aslında
kıta Avrupa’sında 1930’larda yükselen faşizmin sebeplerinden birisi olarak ‘insanın
ne olduğu’ sorusuna getirilen yaklaşımların farklılığı zikrediliyor. Nazizmin,
insanı toplumun ‘dişlilerinden birisi’ olarak görmesi ve 'tarihsel amaca' giden
yolda bireylerin feda edilmesi yönündeki pratiği ortada. Nitekim bu trajik
pratiğin sonucunda neo-Kantçı ekolün İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sını
kurduğunu söylemek abartı olmaz.
Cok tesekkurler. Minik bir anlam kaymasi mi olmus, ben mi yanlis anlamisim: Kant, Hegel Cagi'ni kapatmis olamaz. Malum...
YanıtlaSilHakkınız var, Kant, eğer bir bilimkurgu hikâyede yaşamıyorsak Hegel çağını kapatamaz :) düzelteyim.
Sil