Fransız sihirbaz, sinemacı Georges Méliés, kendi âleminde. |
Star Wars’un yeni filmi ortalığı kasıp
kavururken, “Acaba sinemadaki ilk bilimkurgu filmi kim çekmiş?” diye merak edip
araştırınca tanıştım Bay Méliés’le. İlginç bir şekilde kendine çekti durdu
beni. Oturup adam akıllı hikâyesini toparlama ihtiyacı hissettim. Belki
birilerine ilham olur diye…
Her şey 1895 yılının 28 Aralık
Cumartesi günü, Georges Méliés isimli bir sihirbazın Paris’teki Grand Café’ye
gitmesiyle başladı. (Bay Méliés on parmağında on marifet bir adamdı gerçi, La
Griffe gazetesine de karikatür çizerdi!) Bıyıklarını iki yana buran bu kabak
kafalı adam, Lumiére Biraderler diye tanınan iki kardeşin acayip gösterisine
katılacaktı.
Sinemaskop diye bir şey icat edilmişti
ve kaydedilen görüntüler artık beyaz perdeye yansıtılarak kalabalıklara
seyrettirilebilecekti. Gelgelelim, Lumiére Biraderler düz insanlardı.
Gösterdikleri filmler, basit, gündelik hadiselerin kaydedilmesinden ibaretti.
Hâlbuki Georges Méliés öyle miydi? Sahne adamıydı bir kere! Daha o dakikada
anlamıştı bu aletin müthiş bir şey olduğunu.
Gece bitmeden yanaştı Lumiére
Efendilerden büyük olanına. Aletten kendisine de yapması için 10 bin Frank
teklif etti. (İyi bilgi: O zamanlar o paraya orta halli bir ev alınıyormuş.) 20
bin, 50 bin gibi teklifler de geldi fakat Lumiére Biraderler bu işi önce
sağlama almak istiyorlardı ki hepsini reddettiler.
Ancak Georges Méliés, hemen piyasa
araştırmasına girip İngiltere’de Robert W. Paul isimli bir adamın da benzer bir
icat yaptığını öğrenecekti. Bu Paul soyadlı arkadaş, bildiğimiz Thomas Edison’un sadece tek kişiye film göstermeye yarayan kineskop adlı aletini söküp
takarak taklit etmişti başta. Zira o zamanın patent yasaları tuhaf biraz.
Edison, hem Amerika’da hem de İngiltere’de ayrı ayrı patent almadığı için
Paul’a “Hırsız!” diyemiyor. (İntikamını sonra başka türlü alacak.)
Méliés, Robert-Houdin Tiyatrosunda "numara" yaparken. |
İşte bu girişimci zekâ, bir adet film
gösterme cihazı da Georges Méliés’e satıyor. Böylece Bay Méliés çocukluğundan
beri büyük heyecanla sihir gösterisi seyretmeye gittiği ve yakın zamanda da
para sayıp satın aldığı Robert-Houdin Tiyatrosunda 1896 yılının Nisan ayından
itibaren ilk filmlerini göstermeye başlıyor. Aynı yıl Star Film adıyla şirketini
de kuruyor ki, kurumsallaşması eksik olmasın.
Eğer bu adamcağızın sinemaya olan
tutkusunu basit bir heves olarak anlatmışsam, o benim kelimelerimin
acizliğindendir sevgili okuyucu!
1896 ile 1913 yılları arasında Georges
Méliés, 500’den fazla film çekmiş. Bunların hemen hepsinde kendisi de oynamış.
İlk sihirbazlık dönemlerinden beri beraber çalıştığı Jeanne d’Alcy isimli
ablamız da, filmlerinin yıldızı olmuş. (Biraz magazin: Bayan d’Alcy uzun süre
Bay Méliés’in metresiymiş, Bay Méliés karısından boşanamayınca ölmesini
beklemişler. Nihayet 1925’te evlenmişler.)
Sahnede, sahne arkasında her türlü
angaryayı üstlenmiş. Kısa süre sonra devrinin en büyük film stüdyosunu kurmuşlar
Montreuil’de. Dışı tamamen camla kaplı genişçe bir tiyatro sahnesi gibi
tasarlamış burayı ki ışığı iyi kullansın.
Stüdyosunun dıştan görünümü. Sera gibi mübarek! |
Aklınıza gelebilecek her türlü hikâyeyi
anlatmış bu filmlerde: Sindirella, Kırmızı Başlıklı Kız gibi masalları filme
uyarlamış, Joan of Arc gibi Fransız efsanelerini anlatmış, Gulliver’in
Seyahatleri’ni, Robinson Crusoe’yu, Faust’u beyaz perdeye taşımış. Devrin ünlü
operalarını, tiyatro eserlerini birazcık da “esinlenerek” filmleştirmiş. Reklam
filmleri yapmış. 1899’da, Fransa’nın meşhur Dreyfus Davası sürerken,
Dreyfus’tan yana tavrını koyan politik eleştiri filmi çekmiş. (Hatta bir filmi
İstanbul’da geçiyor. 1904’te çektiği bu filmin adı Korkunç Türk Cellât. Bir cellâdın kestiği kafaların kendisiyle oyun
oynamasını anlatıyor.)
Lumiére Biraderler “Bir alet yaptık ama
anca belgeselciler ve tarihçiler kullanır herhalde!” diye düşünürken, Georges
Méliés teknolojiyi sanatın hizmetine sunmuş. Bugünkü anlamıyla sinemayı
keşfetmiş. Edwin S. Porter ve D. W. Griffith gibi “sinemayı sinema yapan
babalar” her fırsatta saygılarını sunmuşlar Méliés’e.
Nihayet geldik, ilk bilimkurgu filminin
hikâyesine!
İşte bu Georges Méliés, 1902 senesinde kariyerinin
zirvesindeyken, Jules Verne’in Dünyadan
Aya (1865) isimli romanından ve romandan da tatlar taşıyan Jacques Offenbach’a ait benzer isimli operadan “esinlenerek” Aya Yolculuk filmini çekiyor.
Başrolünde kendi oynadığı filmde bir
grup bilim adamı, yaptıkları çalışmalar neticesinde aya gidiyor. Orada biraz
vakit geçirelim derken ay insanları ile karşılaşıyorlar ve kaçırılıyorlar. Tam
Afrikalı yerliler gibi davranan bu insanlara yem olacakken kurtulup dünyaya
geliyorlar. Bir de bakıyorlar ki, yanlarında bir ay insanı getirmişler.
Finalde, bu ay insanı üzerinden sömürgeciliği karikatürize ederek duruşunu da
ortaya koyuyor!
Tom Hanks’in hazırladığı From The Earth To The Moon isimli 12
bölümlük bir belgesel var. Onun son bölümünde bu filme geniş yer ayrılıyor.
Hatta Tom Hanks’in kendisi, sanki filmin çekim aşamasında orada yer almış gibi
kurgusal bir karakteri (Jean Luc Despont) oynuyor ve bize Georges Méliés’i
anlatıyor.
Ona göre Bay Méliés, sinemaya da
sihirbazlık gibi yaklaşıyor. Sinemada “özel efekt” kavramını icat ediyor.
Vurunca kaybolan insanlar, havada gezinen kesik başlar, şemsiyenin mantara, taburelerin
teleskoplara dönüşmesi… İşte bunlar hep onun film laboratuarında yaptığı
sihirbazlıklar. Onun için sinema, insanları “şaşırtmak” üzerine bir deney.
Ama dersini de çok iyi çalışıyor. Henüz
Plüton’un keşfedilmediği, uzak yıldızların pek de bilinmediği bir dönemde uzay
filmi çekme zahmetine giriyor ve ay yüzeyinde volkanik patlamalar olacağını
öngörüyor. Tom Hanks, belgeselde, aya giden astronotların volkanik madde
kalıntıları keşfettiklerini Méliés’in filmindeki o sahnelerle birlikte
anlatıyor.
Zaten Méliés’in bundan önce de bilime bir
hürmeti var, Palyaço ve Otomat (1897)
filminde bir robotu oynatıyor. (Bu film kayıp. Kayıp olmasa ilk bilimkurgu
filmi budur, diyecekler.) Astronom’un
Rüyası (1898) filminde de gökyüzünü seyreden bir adamın hayalgücünü
resmediyor.
İnsanlar Aya Yolculuk filmini çok seviyorlar. Fransa’da defalarca
seyrediliyor. Georges Méliés, filmini Amerika’ya götürüp orada bir servet
kazanacağını düşünüyor ancak Amerika’da telif yasası olmadığı ve Thomas Edison
filmini çoktan kopyalayıp bütün ülkede göstermeye başladığı için boynu bükük
geri dönüyor.
Bazıları Edison'un ampulü de icat etmediğini savunuyor. |
Edison, tarihin gördüğü en popüler
dâhi/mucit ve en acımasız tekelci olduğunu böylece gösteriyor. Méliés, 1904’te
Edison’a dava açıyor fakat Amerika kendi adamını tutuyor tabi ki. (O dönemki
yasalara göre Edison’un bir kabahati yok hakikaten de!) Bu film, yönetmenin en
tanınmış filmi oluyor ama kendisi günlüğüne şöyle not düşüyor: “En iyi
filmlerimden birisi değil ama iz bıraktı çünkü alanındaki ilk filmlerden
birisi.” Artist işte!
Gel zaman git zaman, Georges Méliés de
insan tabi, eski tadı vermez olmuş. 1907’de zalim medyadan ilk eleştiriler gelmiş.
1910’da eski rakibinin şirketiyle anlaşma imzalayıp ona filmler çekmiş ama gene
tutmamış.
İki sene sonra anlaşmayı bozup kendi
başına takılıyor biraz. 1913’te Avrupa’da yaklaşmakta olan savaşın da bahanesiyle
komple bırakıyor sinemayı. Birinci Dünya Savaşı sırasında film stüdyosunu
Fransız askerleri tedavi maksatlı kullanmaya başlıyorlar. Filmlerinin çoğunu
eritip askerî malzemeye dönüştürüyorlar. Bay Méliés, 1923’te stüdyosunu geri
alsa da bir öfke nöbeti esnasında kalan filmlerinin tamamını yakıyor. Haliyle
bize de 200 civarında filmi kalıyor sağdan soldan toplanan.
Gala'da iade-i itibar. |
Bunun üzerine Georges Méliés, her şeyi
bir kenara bırakıp Montparnasse İstasyonu’nda bir oyuncakçı dükkânı açmış. Kendi
içine kapanık, unutulmuş bir adamdır artık. İkinci karısı Jeanne d’Alcy ile
yaşamaktadır. Ancak birkaç yıl sonra Leon Druhot isimli bir gazeteci onu
tanıyacak ve röportaj yapacaktır. Böylece George Méliés, Fransız sinemasının mucidi
unvanıyla yeniden anılmaya başlar. 1929’da eldeki filmlerinin gösterildiği bir gala
düzenlenir. Son demlerinde sinemayı ve sinemacıyı yaşatma derneği kıvamında
oluşumlara destek olur. Kendisine de bir ev verirler ki, kimseye muhtaç kalmasın.
Henri Langlois isimli, Cinematheque Française’in kurucusu, aslen İzmirli bir
sinema dostuyla da ahbaplık ederler.
Bay Méliés’in ismi, çokça bilinmesine
rağmen hakkında yapılmış bir tane film bulunabiliyor sadece. O da 2011 yılında,
Martin Scorsese’nin bir kitaptan uyarlayarak çektiği, Hugo. Montparnasse tren istasyonundaki oyuncakçılık yıllarını ve
ilk filmlerindeki Otomat’ını görüyoruz filmde. Film, bazı tarihî gerçekleri,
daha estetik olsun diye çarpıtmış ama gene de beş Oscar alarak, ustaya sektörün
selam çakmasını sağlamıştır. İnsan böyle bir tarihî karakteri daha çok hikâyede
görmek istiyor.
21 Ocak 1938 yılında, Georges Méliés,
bir süredir yatmakta olduğu hastane odasında ölmüş. Son nefesini vermeden evvel
söylediği son sözler şunlar olmuştur: “Gülün dostlarım! Benimle gülün, benim
için gülün çünkü ben sizin rüyalarınızı görüyorum!”
Çok hoş. Kulaktan dolma bilgilere sahiptik, şimdi daha çokşey biliyoruz...
YanıtlaSil