Tasavvufî hikâyeler, alegorik
yapısallığa dayanırlar ve hikâyedeki her bir unsur, gerçek hayattaki bir detaya
işaret eder. Böylece çoğunlukla bir tasavvufî hikâyeyi dinlediğinizde ya da
okuduğunuzda, kıssadan hisseyi çözmeniz fazla vakit almaz. Ayrıca hikâyeyi
nakleden ârif de çoğunlukla hikmetini anlatır. Fakat bazı hikâyeler, dünya
hayatının sınırlarını düşündürmesi açısından hayli ilginç. Onlardan birisi,
Feridüddin-i Attar'ın, Mantıku't Tayr'ında (Kuşların Konuşması), "Şeyh-i
San'an'ın Hikâyesi" diye bilinen tuhaf hikâye...
Biraz özetleyerek anlatmak gerekirse
kabaca şöyledir: (Rasim Özdenören, 2001'deki bir yazısında uzun uzun anlatmış.
Dücane Cündioğlu da, bir TV programında meseleyi izah etmiş, yorumlamamış. Sadece Sarı Gelin türkünüsün bu hikâyeden geldiği ayrıntısı var.)
İlmi de, ameli de dillere destan bir
Şeyh, bir gece rüyasında Rum ülkesinde puta secde ederken görür kendisini.
Ardından müritlerine Rum ülkesine (Anadolu) gideceğini, bazı şeylerin manasını
aramaya çıkacağını anlatır. Müritlerinin bir kısmıyla yola düşer ve baştan başa
dolaşır burayı. Nihayet, bir Rum kızını görür ve ona âşık olur.
Bu aşk, elbette, tasavvufî aşkın en
derinlerini yüreğinde hissetmiş bir Şeyh'in aşkıdır. Haliyle, mesela kendisine,
bir Hıristiyan kıza âşık olduğu için, "Ey uluların şeyhi, kalk, bu
vesveseden yıkan, arın!" dediklerinde, şöyle cevap verir: "Bu gece
ciğer kanıyla yüzlerce defa yıkanıp arımdım a bihaber!"
Şeyh, uzun süre kızın evinin kapısında
yatıp kalkar ve nihayet Rum kızına kendini gösterir. Güzel, Şeyh'e
"âşıklık yolunun kâfirlikten geçtiğini" anlatır. Şarap içirir, domuz
sürülerinin çobanlığını yaptırır, zünnar taktırır. Şeyh, hiçbirinden yüksünmez.
Kendisine, Allah'tan utanmalısın, diyenlere, "Beni bu ateşe Allah attı,
kendimi nasıl kurtarabilirim?" diyecektir.
Nihayet müritleri bu duruma daha fazla
katlanamaz ve Kâbe'ye dönüp Şeyh'in de dostu olan âlime danışırlar. Âlim,
müritlere Şeyhlerini yalnız bıraktıkları, onun gittiği yoldan gitmedikleri için
kızar öncelikle. Sonra da, yana yakıla dua edip himmet etmelerini söyler.
Kâbe'de ettikleri dua ile, Şeyh'in önündeki tövbe engeli kalkar ve müritleri
tekrar gidip Şeyh'i bulduklarında, onun kendine geldiğini görürler. Hemen
sonrasında da, Rum kızı rüyasında Şeyh'in vasıflarını görür ve yanına gelip
Müslüman olmayı diler. Oracıkta da can verir İslam üzere.
Gördüğünüz üzere, sonu mutlu biten bir
Türk filmi gibi olsa da, sonuna kadar insanı kan ter içerisinde bırakan bir
tuhaflığı da var hikâyenin.
Rasim Özdenören'in yorumları arasında
iki kısım hayli ilgimi çekti. İlki, Şeyh'in "İslam'ı terk edip sevgilinin
dinine girmesi" meselesi:
"Şeyh'in İslâm'ı terkedip yeni bir dine girmesi acaba bu öyküde ne anlam taşıyor? Burada kullanılan "İslâm" motifi bir istiare olarak insanların önyargıları anlamına yorulabileceği gibi, onların sahip oldukları "ata dini" anlamına da gelebilir. Salikin, sevgiliye (Tanrıya) ulaşabilmesi için atalarının dinini terkedip teklif edilen yeni dine girmeleri öngörülüyor. Ama durum, elbette babayiğitlik gerektiriyor, sıradan insanın ve her babayiğidin üstesinden gelebileceği bir iş, bir sınav değildir bu."
İkincisi, hikâyenin sonunda Şeyh'in
yeniden İslam'a girmesi ve Rum kızının Müslüman olması:
"Ama yazar, okuyucuya bir teselli vermek istediği için olacak, bu noktadan sonra hikâyeyi biraz uzatarak, Mekke'deki dostlarının ve müritlerin duasıyla Şeyh'in yeniden tövbeye geldiği, üstelik Rum kızının da Müslüman olduğu anlatılıyor. (...) Belirttiğimiz gibi, hikâyenin bu son kısmı, hikâyede kullanılan mecazları, istiareyi kavramakta güçlük çekebilecek okuyucuya yalnızca bir teselli sunma amacını taşıyor olmalıdır. Şeyh'in "İslâm"dan vazgeçtiğini okuyan bir Müslüman'ın, buradaki İslâm'ı, doğrudan İslâm dini olarak algılayabileceği tehlikesini bertaraf edebilmek için, işbu son kısmın bir eklenti olarak orada yer aldığını düşünmek isabetli olur kanısındayım."
Gelgelelim, bence hikâye çok daha
fazlasını söylüyor. Evvela Şeyh, sırf o Rum kızının Müslüman olması için bile
oraya gitmiş olsa, bu hikâye bence anlamını bulacaktı. Dahası, Şeyh'in o hâlini
gören müritler açısından hikmetin en son anlaşılır olması, hikâyeyi müthiş
katmanlı bir sona götürüyor. Başlangıçta Şeyh'lerinin bu duruma düşmesindeki
hikmeti anlayamayıp ondan yüz çeviren müritler, tam da ibadet vaktinin
girdiğini fark edip Hakk kapısına yüz sürerler ve hikmet zuhur eder.
Haliyle, Rasim Özdenören'in fazla
ihtiyatlı davrandığı kanısındayım. Hele ki, Attar gibi coşkun bir tasavvuf
erbâbının, okuyucuyu düşünerek yazacağını hiç zannetmiyorum.
Gene de ama, tuhaf bir hikâye değil mi?
Meraklısına not: "Tuhaf" kelimesini
genelde, olumlu bir gariplik için kullanırım...
blogunuzu az önce keşfettim ve size teşekkür etmek istedim. zevkle okuyorum. sevgiler.
YanıtlaSilben teşekkür ederim. iyi okumalar.
SilHikayenin en etkileyici yönü, baştan itibaren varolan samimiyetsizliğin, -hem okuyucu hem de kahramanlar tarafından- ancak şeyhin dostunun ikazından sonra fark edilmesi.
YanıtlaSil