Ekim 03, 2016

Muhteşem Bay Georges Méliés

Fransız sihirbaz, sinemacı Georges Méliés, kendi âleminde.
Star Wars’un yeni filmi ortalığı kasıp kavururken, “Acaba sinemadaki ilk bilimkurgu filmi kim çekmiş?” diye merak edip araştırınca tanıştım Bay Méliés’le. İlginç bir şekilde kendine çekti durdu beni. Oturup adam akıllı hikâyesini toparlama ihtiyacı hissettim. Belki birilerine ilham olur diye…


Her şey 1895 yılının 28 Aralık Cumartesi günü, Georges Méliés isimli bir sihirbazın Paris’teki Grand Café’ye gitmesiyle başladı. (Bay Méliés on parmağında on marifet bir adamdı gerçi, La Griffe gazetesine de karikatür çizerdi!) Bıyıklarını iki yana buran bu kabak kafalı adam, Lumiére Biraderler diye tanınan iki kardeşin acayip gösterisine katılacaktı.

Sinemaskop diye bir şey icat edilmişti ve kaydedilen görüntüler artık beyaz perdeye yansıtılarak kalabalıklara seyrettirilebilecekti. Gelgelelim, Lumiére Biraderler düz insanlardı. Gösterdikleri filmler, basit, gündelik hadiselerin kaydedilmesinden ibaretti. Hâlbuki Georges Méliés öyle miydi? Sahne adamıydı bir kere! Daha o dakikada anlamıştı bu aletin müthiş bir şey olduğunu.

Gece bitmeden yanaştı Lumiére Efendilerden büyük olanına. Aletten kendisine de yapması için 10 bin Frank teklif etti. (İyi bilgi: O zamanlar o paraya orta halli bir ev alınıyormuş.) 20 bin, 50 bin gibi teklifler de geldi fakat Lumiére Biraderler bu işi önce sağlama almak istiyorlardı ki hepsini reddettiler.

Ancak Georges Méliés, hemen piyasa araştırmasına girip İngiltere’de Robert W. Paul isimli bir adamın da benzer bir icat yaptığını öğrenecekti. Bu Paul soyadlı arkadaş, bildiğimiz Thomas Edison’un sadece tek kişiye film göstermeye yarayan kineskop adlı aletini söküp takarak taklit etmişti başta. Zira o zamanın patent yasaları tuhaf biraz. Edison, hem Amerika’da hem de İngiltere’de ayrı ayrı patent almadığı için Paul’a “Hırsız!” diyemiyor. (İntikamını sonra başka türlü alacak.)

Méliés, Robert-Houdin Tiyatrosunda "numara" yaparken.
İşte bu girişimci zekâ, bir adet film gösterme cihazı da Georges Méliés’e satıyor. Böylece Bay Méliés çocukluğundan beri büyük heyecanla sihir gösterisi seyretmeye gittiği ve yakın zamanda da para sayıp satın aldığı Robert-Houdin Tiyatrosunda 1896 yılının Nisan ayından itibaren ilk filmlerini göstermeye başlıyor. Aynı yıl Star Film adıyla şirketini de kuruyor ki, kurumsallaşması eksik olmasın.

Eğer bu adamcağızın sinemaya olan tutkusunu basit bir heves olarak anlatmışsam, o benim kelimelerimin acizliğindendir sevgili okuyucu!

1896 ile 1913 yılları arasında Georges Méliés, 500’den fazla film çekmiş. Bunların hemen hepsinde kendisi de oynamış. İlk sihirbazlık dönemlerinden beri beraber çalıştığı Jeanne d’Alcy isimli ablamız da, filmlerinin yıldızı olmuş. (Biraz magazin: Bayan d’Alcy uzun süre Bay Méliés’in metresiymiş, Bay Méliés karısından boşanamayınca ölmesini beklemişler. Nihayet 1925’te evlenmişler.)

Sahnede, sahne arkasında her türlü angaryayı üstlenmiş. Kısa süre sonra devrinin en büyük film stüdyosunu kurmuşlar Montreuil’de. Dışı tamamen camla kaplı genişçe bir tiyatro sahnesi gibi tasarlamış burayı ki ışığı iyi kullansın.

Stüdyosunun dıştan görünümü. Sera gibi mübarek!
Aklınıza gelebilecek her türlü hikâyeyi anlatmış bu filmlerde: Sindirella, Kırmızı Başlıklı Kız gibi masalları filme uyarlamış, Joan of Arc gibi Fransız efsanelerini anlatmış, Gulliver’in Seyahatleri’ni, Robinson Crusoe’yu, Faust’u beyaz perdeye taşımış. Devrin ünlü operalarını, tiyatro eserlerini birazcık da “esinlenerek” filmleştirmiş. Reklam filmleri yapmış. 1899’da, Fransa’nın meşhur Dreyfus Davası sürerken, Dreyfus’tan yana tavrını koyan politik eleştiri filmi çekmiş. (Hatta bir filmi İstanbul’da geçiyor. 1904’te çektiği bu filmin adı Korkunç Türk Cellât. Bir cellâdın kestiği kafaların kendisiyle oyun oynamasını anlatıyor.)

Lumiére Biraderler “Bir alet yaptık ama anca belgeselciler ve tarihçiler kullanır herhalde!” diye düşünürken, Georges Méliés teknolojiyi sanatın hizmetine sunmuş. Bugünkü anlamıyla sinemayı keşfetmiş. Edwin S. Porter ve D. W. Griffith gibi “sinemayı sinema yapan babalar” her fırsatta saygılarını sunmuşlar Méliés’e.

Nihayet geldik, ilk bilimkurgu filminin hikâyesine!

İşte bu Georges Méliés, 1902 senesinde kariyerinin zirvesindeyken, Jules Verne’in Dünyadan Aya (1865) isimli romanından ve romandan da tatlar taşıyan Jacques Offenbach’a ait benzer isimli operadan “esinlenerek” Aya Yolculuk filmini çekiyor.

Başrolünde kendi oynadığı filmde bir grup bilim adamı, yaptıkları çalışmalar neticesinde aya gidiyor. Orada biraz vakit geçirelim derken ay insanları ile karşılaşıyorlar ve kaçırılıyorlar. Tam Afrikalı yerliler gibi davranan bu insanlara yem olacakken kurtulup dünyaya geliyorlar. Bir de bakıyorlar ki, yanlarında bir ay insanı getirmişler. Finalde, bu ay insanı üzerinden sömürgeciliği karikatürize ederek duruşunu da ortaya koyuyor!


Tom Hanks’in hazırladığı From The Earth To The Moon isimli 12 bölümlük bir belgesel var. Onun son bölümünde bu filme geniş yer ayrılıyor. Hatta Tom Hanks’in kendisi, sanki filmin çekim aşamasında orada yer almış gibi kurgusal bir karakteri (Jean Luc Despont) oynuyor ve bize Georges Méliés’i anlatıyor.

Ona göre Bay Méliés, sinemaya da sihirbazlık gibi yaklaşıyor. Sinemada “özel efekt” kavramını icat ediyor. Vurunca kaybolan insanlar, havada gezinen kesik başlar, şemsiyenin mantara, taburelerin teleskoplara dönüşmesi… İşte bunlar hep onun film laboratuarında yaptığı sihirbazlıklar. Onun için sinema, insanları “şaşırtmak” üzerine bir deney.

Ama dersini de çok iyi çalışıyor. Henüz Plüton’un keşfedilmediği, uzak yıldızların pek de bilinmediği bir dönemde uzay filmi çekme zahmetine giriyor ve ay yüzeyinde volkanik patlamalar olacağını öngörüyor. Tom Hanks, belgeselde, aya giden astronotların volkanik madde kalıntıları keşfettiklerini Méliés’in filmindeki o sahnelerle birlikte anlatıyor.

Zaten Méliés’in bundan önce de bilime bir hürmeti var, Palyaço ve Otomat (1897) filminde bir robotu oynatıyor. (Bu film kayıp. Kayıp olmasa ilk bilimkurgu filmi budur, diyecekler.) Astronom’un Rüyası (1898) filminde de gökyüzünü seyreden bir adamın hayalgücünü resmediyor.

İnsanlar Aya Yolculuk filmini çok seviyorlar. Fransa’da defalarca seyrediliyor. Georges Méliés, filmini Amerika’ya götürüp orada bir servet kazanacağını düşünüyor ancak Amerika’da telif yasası olmadığı ve Thomas Edison filmini çoktan kopyalayıp bütün ülkede göstermeye başladığı için boynu bükük geri dönüyor.

Bazıları Edison'un ampulü de icat etmediğini savunuyor.
Edison, tarihin gördüğü en popüler dâhi/mucit ve en acımasız tekelci olduğunu böylece gösteriyor. Méliés, 1904’te Edison’a dava açıyor fakat Amerika kendi adamını tutuyor tabi ki. (O dönemki yasalara göre Edison’un bir kabahati yok hakikaten de!) Bu film, yönetmenin en tanınmış filmi oluyor ama kendisi günlüğüne şöyle not düşüyor: “En iyi filmlerimden birisi değil ama iz bıraktı çünkü alanındaki ilk filmlerden birisi.” Artist işte!

Gel zaman git zaman, Georges Méliés de insan tabi, eski tadı vermez olmuş. 1907’de zalim medyadan ilk eleştiriler gelmiş. 1910’da eski rakibinin şirketiyle anlaşma imzalayıp ona filmler çekmiş ama gene tutmamış.

İki sene sonra anlaşmayı bozup kendi başına takılıyor biraz. 1913’te Avrupa’da yaklaşmakta olan savaşın da bahanesiyle komple bırakıyor sinemayı. Birinci Dünya Savaşı sırasında film stüdyosunu Fransız askerleri tedavi maksatlı kullanmaya başlıyorlar. Filmlerinin çoğunu eritip askerî malzemeye dönüştürüyorlar. Bay Méliés, 1923’te stüdyosunu geri alsa da bir öfke nöbeti esnasında kalan filmlerinin tamamını yakıyor. Haliyle bize de 200 civarında filmi kalıyor sağdan soldan toplanan.

Gala'da iade-i itibar.
Bunun üzerine Georges Méliés, her şeyi bir kenara bırakıp Montparnasse İstasyonu’nda bir oyuncakçı dükkânı açmış. Kendi içine kapanık, unutulmuş bir adamdır artık. İkinci karısı Jeanne d’Alcy ile yaşamaktadır. Ancak birkaç yıl sonra Leon Druhot isimli bir gazeteci onu tanıyacak ve röportaj yapacaktır. Böylece George Méliés, Fransız sinemasının mucidi unvanıyla yeniden anılmaya başlar. 1929’da eldeki filmlerinin gösterildiği bir gala düzenlenir. Son demlerinde sinemayı ve sinemacıyı yaşatma derneği kıvamında oluşumlara destek olur. Kendisine de bir ev verirler ki, kimseye muhtaç kalmasın. Henri Langlois isimli, Cinematheque Française’in kurucusu, aslen İzmirli bir sinema dostuyla da ahbaplık ederler.

Bay Méliés’in ismi, çokça bilinmesine rağmen hakkında yapılmış bir tane film bulunabiliyor sadece. O da 2011 yılında, Martin Scorsese’nin bir kitaptan uyarlayarak çektiği, Hugo. Montparnasse tren istasyonundaki oyuncakçılık yıllarını ve ilk filmlerindeki Otomat’ını görüyoruz filmde. Film, bazı tarihî gerçekleri, daha estetik olsun diye çarpıtmış ama gene de beş Oscar alarak, ustaya sektörün selam çakmasını sağlamıştır. İnsan böyle bir tarihî karakteri daha çok hikâyede görmek istiyor.


21 Ocak 1938 yılında, Georges Méliés, bir süredir yatmakta olduğu hastane odasında ölmüş. Son nefesini vermeden evvel söylediği son sözler şunlar olmuştur: “Gülün dostlarım! Benimle gülün, benim için gülün çünkü ben sizin rüyalarınızı görüyorum!”


1 yorum:

  1. Çok hoş. Kulaktan dolma bilgilere sahiptik, şimdi daha çokşey biliyoruz...

    YanıtlaSil