Ocak 01, 2017

Davos 1929: Cassirer, Heidegger’e karşı

Cassirer (soldaki), Heidegger'in gelişini görememiş o zaman.
1929’un Mart ayında, Fransa devleti ve Weimar Cumhuriyeti’nin katkılarıyla, bir grup akademisyen İsviçre’nin meşhur kayak ve konaklama merkezi Davos kasabasında, felsefe konuşmak için bir araya geldi. Davos Üniversite Konferansları serisinin (toplamda 4 kez düzenlendi) ikincisine (ilki bir önceki yıl, Albert Einstein’ın sunumuyla gerçekleşmişti) 50 profesör, 200’ün üzerinde üniversite öğrencisi ve Davos’ta yaşayan 950 kadar köylü katılmıştı. Daha sonraları “Davos Dispute” (Davos Tartışması) olarak anılacak oturumlara, dönemin önde gelen iki Alman filozofu Ernst Cassirer ve Martin Heidegger arasındaki tartışma damgasını vuracaktı.

Bir zamanlar verem hastalarının iyileşmek için geldiği Davos, daha önce de çok sayıda önemli kültür ve bilim insanını misafir etmişti. Thomas Mann’ın meşhur romanı Büyülü Dağ (1924), Davos’ta geçiyordu sözgelimi. Mann’ın eşi, vereme yakalandığı dönemde burada tedavi görmüştü ve yazarın uzun süre hazırlığını yaptığı romanına ilham olmuştu. Ancak veremin toplum ve birey üzerindeki yıkıcı etkisi azaldıkça, yani tedavisinde daha etkili olundukça, Davos ‘yalnız bir kasaba’ya dönüşmeye başlamıştı. Kasabanın önde gelenleri de, ilgiyi canlı tutmak ve kültürel çeşitliliği korumak için Davos Üniversite Konferansları’nı icat etti.

1928’deki ilk konferans, doğal bilimlerle (natural sciences) ilgiliydi ve çeşitli bilim insanlarından yaptıkları çalışmaları sunmaları istenmişti. Toplantıyı cazip kılacak isimse, Davos’ta o sene görecelilik kuramını anlatan Albert Einstein oldu. 1929’da felsefe tartışmalarıyla geçen konferansların lokomotifi Cassirer ile Heidegger arasındaki tartışmaydı. 1930’da sosyal bilimciler, 1931’de ise kültür, eğitim (Bildung) alanında konuşmacılar gelecekti Davos’a. Hitler’in iktidara gelmesi, küresel ekonomik kriz, Weimar Cumhuriyeti’nin sona ermesi ve Fransa ile Almanya arasındaki işbirliğinin yıkılmasıyla, Davos Üniversite Konferansları daha sonra devam edemedi.

1920’ler entelektüellerin ‘insanlık krizi’ meselesine en çok kafa yordukları dönem. Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkileri sürerken, insanlar böyle bir topyekûn vahşete nasıl gidildiğini sorguluyor. Büyük Buhran’a götürecek ekonomik açmazların etkisi iyiden iyiye hissediliyor. Bu çaresizlik içerisinde, Avrupa’da ‘faşizmin hayaleti’ dolaşmaya başlıyor. Weimar Cumhuriyeti’nde ‘kabul gören’ Yahudiler önemli sosyal konumlar elde ederken, anti-Semitik Nasyonal Sosyalizm bu konumu iyiden iyiye tehdit ediyor. 1929’daki felsefe tartışması doğrudan bu konuların hiçbiriyle ama dolaylı olarak tamamıyla ilgili bir tartışma hüviyetiyle, ayrıca ilgi çekici.

Harvard’dan tarihçi Peter E. Gordon’un bu tartışmayı bütün yönleriyle (tarihsel arka planı, tartışmacıların profilleri, tartışmanın kelime kelime analizi vs.) “Kıtasal Bölünme: Cassirer, Heidegger, Davos” (2010) isimli önemli bir kitabı var. Öncesinde de tabi bu konuyla ilgili kitaplar (M. Friedman, 2000; E. Skidelsky, 2008) yazılmış. Gordon’un kitabıyla ve tartışmayla ilgili New Republic dergisinde harika bir makale (David Nirenberg, 2011) yayınlanmış ayrıca. Nirenberg, tartışmayı kıtasal felsefenin (continental philosophy) o güne kadarki tartışmalarının bir özeti ve sonrası için de yön tayin edici bir köşe taşı olarak görüyor.

“İnsan olmak nasıl bir şeydir?” konusunun ele alındığı konferanslar için Nirenberg, Shakespeare’in Hamlet’inden meşhur bir tiradı serlevha yapmayı uygun görüyor bu sebeple:
“İnsan, ne yaman bir yapı insan! Akıl gücüyle ne soylu bir varlık! Düşünme yetenekleri ne sonsuz! Duruşu, kımıldanışı ne anlamlı, ne güzel! Ne melekçe davranışları, ne tanrıca kavrayışları var! Evrenin gözbebeği insan, canlıların baş tacı! Ama benim için nedir insan, bu özü toz yaratık?” (Sabahattin Eyyüpoğlu çevirisi)
Tartışmanın kaynağı ama Shakespeare değil, kendinden önceki felsefeyi yenileyerek kendi çağını başlatan Alman filozof Immanuel Kant. Ernst Cassirer de, Martin Heidegger de, burada Kant’ı nasıl yorumladıklarını anlatıyorlar aslında. Her ikisi de, bilim felsefesi üzerine çalışmış, Kant’ın ontolojisine kafa yormuş bu isimlerden Cassirer neo-Kantçı okulun en önemli figürlerinden birisi olarak görülürken Heidegger, felsefeye getirdiği yeni ve ilginç bakış açısıyla henüz yeni yeni tanınan genç bir filozof olarak biliniyor (Varlık ve Zaman’ı iki yıl öncesinde yayınlamıştı).

Cassirer, Heidegger’den 15 yaş büyüktür, ince, uzun boylu, beyaz dalgalı saçları ve nazik konuşmasıyla tam bir beyefendidir. (Toplantıya öğrenci olarak katılan genç Levinas, bir konuşma esnasında Cassirer’i taklit etmek için saçına beyaz pudra dökmüş. Bu davranışından utanıp yıllar sonra filozofun eşinden özür dilemiş.) Heidegger ise konferans serisi boyunca genç öğrencilerle kayak yapmış, şakalaşmış, hatta bazı oturumlara kayak kıyafetleriyle katılmış, ‘köylü tipli’ ama heyecanlı konuşan (‘Heraklit soluklu’), yeni kelimeler kullanan bir adamdır. Bu sebeple belki de, daha çok ilgi çeker.

Krizler çağının ortasında Cassirer, krizin insanlığın ahlakî çöküntüsüne işaret ettiğini düşünürken Heidegger, krizleri insanlığın ilerlemesi için ‘gerekli’ görmektedir.

Düşünce tarihi açısından Kant, Leibniz’in ‘saf (matematiksel) düşünce’ kuramıyla Hume’ün ‘tecrübeye dayanan aklı’ yani emprisizmi arasındaki ‘orta yol’ olarak görülür çoğunlukla. Ancak Kant daha fazlasıdır. Bilimsel bilginin (mesela Kopernik) düşünme biçimine kattıklarını çok iyi analiz etmiş ve bunları sentezleyerek düşünceye yeni ufuklar, biçimler kazandırmıştır. Kant’a göre düşünce insanı, doğaya uysal bir talebe gibi değil bir sorgu hâkimi gibi bakmalı ve onu zekice sorularla konuşturmalıdır.

Bu noktada Cassirer, Kant'ın düşünce biçimleri üzerine tahlilleri ve özellikle hayalgücünün sınırsızlığını ele alarak, insanın aşkın bir noktaya yolculuğunu anlatmaya koyulur. ‘Sembolik düşünce’, Cassirer’e göre, sonsuzluğa atılmış adımdır. İnsan, ‘bilinçli bir yaratım’ süreciyle birlikte, onu donuklaştıran her şeyden ‘özgür’ hâle gelecek, hem de biçimin düşünceye kattıklarıyla sonsuzluğa ulaşacaktır. İlk kültür kuramcılarından olan Cassirer, insanın (çoğunlukla sanatla öne çıkarılan) yaratıcı yönünün onun zamanı ve mekânı aşması adına en önemli sıçrama tahtası olduğuna hükmeder.

Toplantıya katılan ve Cassirer’in öğrencilerinden Leo Strauss bile, bu noktada hocasının biraz kaybolduğunu düşünür. Kuantum fiziğinin düşünceye katkılarına dair ilk felsefî metinlerden birinin yazarı olan Cassirer, ontoloji konusunda Heidegger’in ‘orijinal’ fikirlerini biraz küçümsediği için olsa gerek, bu noktada Heidegger sazı eline alır ve ‘sonlu’ nesnelerin biçimleri yoluyla insanın nasıl sonsuzluğa erişebileceğini sorgular. Zira ona göre insan, kendi bilinciyle seçemediği bir dünyaya ‘fırlatılmış’tır ve ondaki anlamı da ‘bilinçli’ bir şekilde çözebilecek değildir.

Heidegger, kendi okumasında, Kant’ın hayal gücü, içgüdü ve benzeri duyguları aklın yanına yerleştirerek ontolojiye kapı araladığını savunur. Onun için Kant okumak, bilimin ulaşamadığı yerlerde ‘varlığı’ aramaya koyulmaktır. Zira varlığın ‘temeli’ bir çeşit hiçliğe dayanır ve matematik (akıl) buraya asla ulaşamaz. Georg Cantor’un 1880’lerde bulduğu ve daha sonra büyük bir zafer olarak görülen ‘sonsuzötesi sayıları’ dâhi çözüm değildir. Heidegger, Dasein kavramıyla birlikte sürekli hareket hâlinde ve ‘bilindikçe bilinmezleri artan’ bir varlık tanımı yapmaktadır.

Tahmin edebileceğiniz gibi, Heidegger İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Hannah Arendt’in de çabasıyla Nazizm kozasını kırıp yeniden Avrupa felsefesi mahfillerinde anılmaya başlayınca, en çok Fransız varoluşçularının dikkatini çekecektir. Hâlâ bir ayağı Kant’a (kıta felsefesine) dayanan ve bilimciliği de aslında reddetmeyen bu türlü bir ‘mistisizm’ (Bergson’la da omuz omuza) neo-Kantçı analitikçilere alternatif arayan Avrupalılar için (mesela Michel Foucault, Jacques Derrida) ab-ı hayat gibi gelmiştir.

Öte yandan tartışmayı hayli ‘popülerleştiren’ bir diğer etken, Ernst Cassirer’in Weimar Cumhuriyeti’nin ilk Yahudi ‘üniversite bölüm başkanı’ olmasına karşın, Heidegger’in yükselişteki anti-Semitik Nazi partisini desteklemesidir. Bu siyasî (aslında varoluşsal) farklılığın düşüncelere etkisi var mıdır? İlginç bir şekilde, neo-Kantçı ekol için Avrupa’da “Yahudi icadı” algısı varmış o zamanlar. Bazı yorumculara göre, Cassirer’in eski yüzyıla ait gibi görünen ancak dünyayı ‘değiştirmeye’ ve ‘ahlakî olarak akılla daha iyi bir yere götürmeye’ dair felsefesinin karşısında, Heidegger’in daha içe dönük, mistik, ‘gözlemci’ ve pasifleştirici felsefesi Nazizme (otoriterliğe boyun eğer yığınlara) geçit vermektedir.


Aslında kıta Avrupa’sında 1930’larda yükselen faşizmin sebeplerinden birisi olarak ‘insanın ne olduğu’ sorusuna getirilen yaklaşımların farklılığı zikrediliyor. Nazizmin, insanı toplumun ‘dişlilerinden birisi’ olarak görmesi ve 'tarihsel amaca' giden yolda bireylerin feda edilmesi yönündeki pratiği ortada. Nitekim bu trajik pratiğin sonucunda neo-Kantçı ekolün İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sını kurduğunu söylemek abartı olmaz.

2 yorum:

  1. Cok tesekkurler. Minik bir anlam kaymasi mi olmus, ben mi yanlis anlamisim: Kant, Hegel Cagi'ni kapatmis olamaz. Malum...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hakkınız var, Kant, eğer bir bilimkurgu hikâyede yaşamıyorsak Hegel çağını kapatamaz :) düzelteyim.

      Sil