İbni Rüşd, düşünürken... |
Arjantinli hikâyeci Jorge Luis Borges’in
“Averroes’in Arayışı” isimli hikâyesi, Buenos Aires’te, babaannesi İngiliz
olduğu için iki dilin konuşulduğu bir evde büyüyen, Avrupa’da bir süre yaşayıp
Avrupa edebiyatıyla haşır neşir olan, Latince’ye, Fransızca’ya, Almanca’ya ve
Arap edebiyatına meraklı bir yazarın, kendisinden yüzyıllar önce Endülüs'te
yaşayan, Arabistan’da ortaya çıkmış bir dine mensup ama o dinin hâkim
geleneğine pek de uyum sağlayamamış İbni Rüşd’ü (Averroes) çeviri kitaplar
üzerinden ve İslam kültürü içinden Antik Yunan felsefesini, kavramlarını
anlamaya çalışırken, anlamaya çalışmasını anlatır.
Ernest Renan’ın İbni Rüşd’le ilgili, 1851’de
yazılmış kitabından alıntı bir epigrafla başlıyor hikâye: “Tragedya’nın övgü
sanatından başka bir şey olmadığını düşlerken...” Sonra İbni Rüşd’ün, o sırada İmam
Gazali’nin “Tahafut-ül-falasifa” ("Feylesofların Yıkımı"; Filozofların Tutarsızlığı) isimli kitabına bir
cevap olarak “Tahafut-ül-tahafut” ("Yıkımın Yıkımı"; Tutarsızlığın Tutarsızlığı) adlı eserini yazmakta olduğu
âna götürür bizi. İbni Rüşd, Aristo ile İslam arasında mekik dokuyarak, Borges’e
göre Kur’an’a tefsir yazar gibi Aristo’ya bir tefsir yazmaya
kalkışmıştır.
“Bu Arap fizikçinin, kendisinden on dört yüzyıl arayla yaşamış bir adamın düşüncelerine böylesine adanışından daha güzel, daha dokunaklı olaylar tarihte pek az rastlanır.” (s. 86)
Borges de, tarihteki böylesi “az
rastlanan” olayları hikâyeleştirmesiyle meşhurdur. Ancak İbni Rüşd, “tragedya”
ile “komedya” kelimelerini bir türlü çözemez. “İslam dünyasında bunların ne
anlama gelebileceklerini tek kişi bile kestirememişti.” der Borges. İslam geleneğinden
gelme bazı isimlerin kitaplarını, mesela İbni Sina’nın eserlerini karıştırır. O
sırada toprak avluda çocukların bir oyun oynadığını görür:
“Biri, ötekinin omuzlarına çıkmış, besbelli müezzine öykünüyordu, gözleri sımsıkı yumulu, ‘Tanrı’dan başka yoktur tapacak,’ diye haykırıyordu. Onu hiç kımıldamadan sırtında taşıyan çocuksa, minareydi; bir başka çocuk, toprakta secdeye varmış cemaati canlandırıyordu. Oyun uzun sürmedi, herkes müezzin olmak istiyor, kimse cemaat ya da minare olmaya yanaşmıyordu.” (s. 87)
Sonra akşam yemeğine gideriz hep
birlikte. İbni Rüşd, Kur’an âlimi Farah’ın (Farah burada hem Farabî'nin isimlerinden birisi, hem de İbni Rüşd'le ilgili Borges'in okuduğu bir kitabın çevirmeni olan Farah Antun'un ismidir) evine davetlidir, Fas’tan dönen
seyyah Kasım El-Eşari (Eşarî geleneğini simgelemek adına) de katılacaktır. Tabiatta Allah’ın varlığını gösteren şeylerden
ve Kur’an’dan bahsederler. “Yazı”nın sanat olup olmadığını tartışırlar. Ebulkasım,
Türk hükümdarının ülkesindeki Sin Kalan isimli kente gidişini anlatmaya başlar:
“Bir ikindi, Sin Kalanlı müslüman tacirler beni bir sürü insanın birlikte oturduğu, ahşap kaplamaları boyalı bir eve götürdüler. Evi tanımlamak olanaksız ya, daha çok üstüste dizilmiş sıra sıra bölmelerden, balkonlardan oluşan bir tek odayı andırıyordu. Bu oyuklarda yeyip içenler göze çarpıyordu, yerlerde de taraçalarda da. Taraçadakiler, davul ve lut çalıyorlardı, Tanrı’ya yakaran, şarkı söyleyen ve konuşan on beş-yirmi kişiyi (kızıl maskeliydiler) saymazsak. Zindan işkencesi çekiyorlardı ama kimse zindan filan göremiyordu; at sırtında gidiyorlardı ama at falan görünmüyordu; çarpışıyorlardı ama kılıçları kamıştandı; öldükleri an, yine doğruluyorlardı.” (s. 90)
Ebulkasım hikâyesini anlattığında,
Farah “delilik” ile açıklamaya çalışır olup bitenleri. Ebulkasım sözünü devam
ettirir: “Tacirin anlattığına göre bir öyküyü canlandırıyorlarmış.” Ardından da
bir örnek vererek durumu açıklamaya girişir:
“Tutalım ki biri, bir öykü anlatacağına o öyküyü canlandırmaya kalkışsın. Bu öykü de Efes’li yedi uyurlar olsun sözgelimi. Onların mağaraya çekilişlerini görüyoruz, gözleri açık uykuya dalışlarını görüyoruz, uyurken yaşlanışlarını görüyoruz, üç yüz dokuz yıl sonra uyanışlarını görüyoruz, tacire eski bir demir para verişlerini, Cennet’te uyanışlarını, o köpekle uyanışlarını görüyoruz. O gün taraçadakiler bize buna benzer şeyler gözlettiler.” (s. 90)
Farah, “Bu durumda,” der, “yirmi kişiye
gerek yok. Bir tek konuşmacı istediğini anlatabilir, ne kadar güç olursa olsun.”
Ardından İbni Rüşd sözü alır ve şiirden, Arap şairlerden, “şatoları yerle bir
eden zaman[ın] dizeleri zenginleştir[mesinden]” bahseder. Tekrar evine
döndüğünde ise, eserine şu satırları ekler:
“Ariustu [Aristo] kasidelere tragedya, taşlamalarla kargışlamalara da komedya adını veriyor. Gerek Kur’an’ın sayfaları, gerek tapınağın muallaka’ları yetkin tragedyalar ve komedyalarla doludur.” (s. 93)
Buradan itibaren “anlatıcı” Borges ele
geçirir hikâyeyi yeniden. İbni Rüşd’ün aynada yüzüne baktığını ama neyi
gördüğünü bilemediğini, çünkü tarihçilerin onun yüzü hakkında yazmadığını
söyler. “Bu öyküde, bir yenilgi sürecini anlatmaya çalıştım.” der sonra, “İslam’ın
kapalı küresinde tragedya ve komedya sözcüklerinin anlamını asla
çözemeyecek İbni Rüşd’ü, Averroes’i andım.”
Ancak asıl yenilgi, her zaman olduğu gibi yazarındır:
“Tiyatronun ne olabileceğini bile bilmeden bir oyunun ne olabileceğini tasarlamaya çalışan Averroes, Renan’dan, Lane’den ve Asin Palacios’tan birkaç bölük pörçük alıntıdan başka kaynağı olmaksızın Averroes’i tasarlamaya çalışan benden daha gülünç değil gibime geldi.” (s. 94)
Umberto Eco ile ilgili bir araştırma yaparken bloğunuz karşıma çıktı. Teşekkür ederim, yazınız çok ilgimi çekti.
YanıtlaSilBen teşekkür ederim. Afiyet olsun :)
SilEn aydınlatıcı yorum sizin ki! Çok teşekkürler.
YanıtlaSilteşekkür ederim
YanıtlaSil