Hep anlaşılamadığını düşündü Cemil Bey. |
Cemil Meriç, 1954’te bir akşam, misafir
oldukları evden ayrılırken, eşi Fevziye Hanım’ın koluna girer ve “Elektrikler
mi kesik?” diye sorar. 38 yaşındayken, gözleri iflas etmiştir. Cerrahpaşa’da
bazı operasyonlar geçirir ancak yeterli olmaz ve Paris’e, neredeyse Ortaçağ’dan
beri kör hastalara bakan Quinze-Vingts Hastanesi’ne yatırılır. Meriç’in “Jurnal”inin
ilk cildinde, “Quinze-Vingts Geceleri” başlıklı altı yazı var. Körlükle yeni
tanışan, emelleri bol bir adamın hazin çığlıkları...
Meriç, Fransızca’ya tutkusu ve Fransız
romanlarına ilgisi sebebiyle belki de Paris’i çok sevse de, oraya “kör bir adam”
olarak gitmenin ızdırabını duyacaktır. 1970’te, Paris’te okumaya giden oğlu
Mahmut Ali Meriç’e yazdığı bir mektupta şöyle der: “Paris, okuduğum romanların
en tatsızı, en namussuzu, en kahpesi. Bin yıllık bir çöl, bir yudumluk su.
(...) Hiçbir şehir ve hiçbir kadın, hiçbir insana bu kadar rezil bir oyun
oynamamıştır.”
Cemil Meriç, 16 Temmuz 1955’te ilkini
yazar Quinze-Vingts Geceleri’nin. Görmeyi tarif ediyor önce:
“Görmek tabiata tahakküm etmektir. Dış dünya ne kadar düşman unsurlarla dolup taşarsa taşsın, zekâmızın gözbebeklerimizden boşalan seyyalesiyle ehlileşmeye, mutileşmeye mahkumdur. (...) Her bakış dış dünyaya atılan bir kementtir. Mekân canavarı, bütün buutlarıyla ehlileşiverir. Gören, hangi hakla yalnızlıktan şikâyet edebilir?”
Sonra, görme duyusunu yitiren bir
insanın başbaşa kalacağı en önemli duyuyu, sesleri, hastane odasından tarif
ediyor:
“Sesler, yapışkan, kirli bir sümüklüböcek murdarlığı ile bütün vücuda dolan sesler... Hastanın biri ördeğini doldurmakla meşgul... (...) Sesler, ısırgan gibi deriye yapışan, sülük gibi tahammülü sömüren, çekiç gibi kafaya inen sesler...”
Ve nihayet, görmemeyi anlatıyor:
“Görmeyen insan, bozuk bir ampul gibi manasız; bıraktığınız yerde kalan bir paket; içinde eski hatıralar olduğu için arada bir karıştırılmaya layık... (...) Bu koğuştakiler [körler koğuşu] saati, ya dışarda birbirine çarpan süt güğümlerinden veya Mösyö François’nın öksürüğünden öğrenirler.”
Cemil Meriç, Quinze-Vingts Geceleri’nin
ilkinden hoşnut olmamış ki, ikincisini de ilkini derleyip
toparlayarak oluşturmuş benzer kelimelerle. Bu ilk ikisi, hastanede yazıldıkları
için mühim. 1 Şubat 1963’te, fikren yeniden Quinze-Vingts’e dönmüş
olsa gerek. Körlüğüyle yeniden hesaplaşmak için belki de. Kendinden üçüncü
tekil şahıs ile bahsettiği, belki de kendi anıtını inşa etmek için, ilginç
metinler çıkmış ortaya...
“Bazen şükrediyor körlüğüne. Felaketine dört elle sarılmak istiyor. Körlük bir nevi ölüm. Hayır ölümden çok daha beter bir işkence. Öldükten sonra yaşamak gibi bir şey. Bir hortlak gibi yaşamak. (...) Yaşadığı trajedinin düğümünü ya ölümün elleri çözebilirdi, ya cinnetin. Heyhat! Gözlerini kaybetti. (...) Bununla beraber yıllarca kör kelimesini telaffuz edemedi. Dudaklarını yakıyordu bu söz. İnanmak istemiyordu. Hala inanmak istememektedir.”
Quinze-Vingts Geceleri’nin üçüncüsü, 2
Şubat ve 6 Şubat’ta yazılmış iki parçayla devam ediyor. 6 Şubat tarihli bölümde,
“Dışarıda Paris: rüyalarının şehri” dedikten sonra yalnızlığını hatırlıyor. Sonra
da 22 yaşındayken gittiği kasaba kerhânesindeki ilk kadınını: “İlk defa olarak bir
orospuya karşı sevgi duyuyor içinde.” Adı Linda. Kerhâne kapatılınca, Suriye’nin
belli başlı kerhânelerinde dolaştıktan sonra “ıskartaya çıkmış” bu kadını, baba
evine getiriyor evlenmek için. Ama Linda bir memurla birlikte kalıyordu. “Linda
memuru seviyor muydu? Hayır! Linda kimseyi sevmiyordu.” Sonra Linda kaçıyor, Meriç
karakollarda onu arıyor. İlerleyen satırlarda, evlilik teklifini kahkahalarla
reddettiğini öğreniyoruz: “En acı hatıralar kelimeleşince nasıl bayağılaşıyor.”
Körlük ve kadınlar. İkisini bir arada anlatması hayli ilgi çekici. Belki de “iktidarını
yitirmek”le ilgilidir. Nitekim, Jurnal’i yayıma hazırlayan oğlu, babasının
körlüğüyle ilgili şu tespiti yapar: “Karamsar, ürkek, zayıf bir insandır artık,
kanatları kırılmıştır adeta.”
7 Şubat tarihli dördüncü Quinze-Vingts
Geceleri’nde yukarıdaki sorgulamayı devam ettiriyor Meriç. “Hayatımıza salgı
bezlerimiz hükmediyor.” dedikten sonra hayatına giren ikinci kadın, Emine’den
bahseder:
“Herhangi bir dişi. Bir sürü ümit, fakat kızın saçlarını bir kere bile okşayamadan bu ‘idylle’ başlangıcı da sona eriyor. Emine için kırk elli sayfalık bir dünya edebiyatı şeması hazırladığını hatırlıyor. Emine kimbilir nerdedir şimdi?”
Quinze-Vingts Geceleri’nin beşincisinde, 8 Şubat’ta, arzularını yitirmiş bir adam olarak karşımıza çıkıyor tekrar. Kadınlardan
bahsetmeye devam ediyor:
“Ama o bunların hepsini sevdi. Açtı, şefkata, kadına açtı. Hiçbiri yüz vermedi ona. Güldüler. Deliye bak dediler. İzdivaç teklif etti hepsine de, başka silahı yoktu, kendini öylesine küçük görüyordu, reddettiler. (...) Ve hiçbirinin dudaklarından sevgiye benzer tek kelimenin döküldüğüne şahit olmadı. Ezildi ve hor görüldü.”
9 Şubat’ta beşincinin ikinci parçasını
yazar:
“Çocuk olmadı, genç olmadı. Avrupa’da olsa bir manastıra çekilirdi belki, orada kafasıyla yaşardı. Kafasıyla yaşamak için yaşamak. (...) Evlendi, sünnet olur gibi, askere gider gibi, manastıra çekilir gibi. (...) Bununla beraber, karısı onunla hayatını birleştirmeye razı olan ilk kadındı.”
15 Şubat 1963’te Quinze-Vingts Geceleri’nin
altıncısı yazılır. Romandan bahseder biraz. Edebiyatın “evlerin damını açarak”
bize gösterdiği hayatlardan. Fâninin ebedileşme oyunundan. Sonra hâlini
arzeder:
“Körler hayatın da, edebiyatın da dışında. Yahut insanların arasına çıkabilmek için deha ile taçlanmaları, bir Homer, bir Milton, bir Maarri olmaları şart. (...) ‘Kör olmak ve sevilmek, hiçbir şeyin tamam olmadığı bu dünyada garip bir saadet.’ Hugo öyle diyor. ‘Çehresini göremiyorsunuz ama sevdiğinizin kalbi hep yanıbaşınızda çarpıyor, karınız, kardeşiniz, kızınız. Dünya küsufa uğramış ne çıkar? Karanlıkta ve karanlık sayesinde yıldızlaşmak. Etrafında gece gündüz bir meleğin tavaf ettiği bir yıldız olmak. Sevildiğini bilmekten büyük bir saadet olmaz.’ (Sefiller)”
Cemil Meriç körlüğüyle, hayatı boyunca
hep “dışarıda kalmış”, "horlanmış" hâline bir kat daha çıkmış oluyor:
“Ben alışamadım körlüğe. Bu kelime telaffuz edildikçe büyük bir kabahat işlemişim gibi yüzüm kızarıyor. Gözlerimi göstermek istemiyorum. Körler bütün devirlerin ve bütün ülkelerin paryası. Kör müsün? Kör olasıca! Hay kör şeytan!.. Roman’ın bütün canavarlara bütün sürüngenlere açılan kapıları körlere kapalı. Neden? O halde ıstıraplardan bir roman, bir şiir de yaratamayacak kadar kör. Kimin hikâyesini anlatsın?”
Kızı ve oğlu ile birlikte. Körlüğe daha çok alışmış gibi... |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder