Temmuz 26, 2015

Etgar Keret'ten bir öykü: "İyi Niyet"



Fotoğrafı şurdan aldım.

Posta kutumda dolgun bir zarf bekliyordu. Zarfı açıp parayı saydım. Tamamdı. Parayla birlikte kurbanın adının yazılı olduğu bir kağıt parçası, bir vesikalık fotoğraf ve kurbanı bulacağım yerin adı çıktı zarftan. Sövdüm. Nedenini bilmiyorum. Ben profesyonelim, bir profesyonele yakışmaz böyle şeyler, ama ağzımdan çıktı işte. Hayır, o adı okumama gerek yoktu, fotoğraftan tanımıştım zaten. Grace. Patrick Grace. Nobel Barış Ödülü sahibi. İyi bir adam. Hayatımda tanıdığım gerçekten iyi olan tek adam. İyilik söz konusu olduğunda dünyada kimse yanına bile yaklaşamazdı.

Sadece bir kez görmüştüm Partick Grace’i. Atlanta’daki yetimhanede. Hayvan muamelesi yapıyorlardı bize orada. Kir içindeydik, doğru dürüst beslenemiyorduk, içimizden biri ağzını açacak olsa kemerle döverlerdi. Genellikle tokasını açma zahmetine girmeden vururlardı. Grace geldiğinde hepimizi aklayıp pakladılar – bizi ve yetimhane dedikleri o bok çukurunu. Grace içeri girmeden önce müdür bize kısa ve bilgilendirici bir konuşma yaptı; gevezelik edenin defteri sonra dürülecekti. Dayağının tadını bildiğimiz için ne demek istediğini anladık. Grace odalarımızı gezerken fareler kadar sessizdik. Bizimle konuşmaya çalıştı, ama sorularına doğru dürüst cevap alamadı. Her çocuğa bir hediye verildi, hediyeyi alan teşekkür edip yatağına yattı. Benim payıma dart tahtası düştü. Teşekkür ettiğimde elini yüzüme doğru uzattı. Geri çekildim. Bana vuracağını sanmıştım. Grace elini usulca saçımda gezdirdikten sonra birden gömleğimi kaldırdı. O günlerde çenem fazla düşüktü. Sırtımı görünce bunu Grace de anladı. Önce bir şey söylemedi. Sonra İsa’nın adını tekrarladı birkaç kez. Sonra gömleğimi bırakıp bana sarıldı ve bundan sonra kimsenin bana vurmayacağına dair söz verdi. Ona inanmadığımı söylemeye gerek yok. Çıkarı yoksa kimse kimseye iyilik yapmazdı. Bunun bir tür numara olduğundan kuşkulanıyordum; her an kemerini çıkarıp girişebilirdi. Bana sarılıp kaldığında çekip gitmesini istedim. Gitti. O gece müdür ve bütün personel değişti. O günden sonra, Jacksonville’de temizlediğim zenciyi saymazsak, kimse bana vurmadı. O işi para almadan yapmıştım. O günden sonra, kimse fiske bile vurmadı bana.

Bir daha görmedim Patrick Grace’i. Ama gazetelerde sık sık onunla ilgili haberlere rastlıyordum. Yardım ettiği insanlar, yaptığı iyilikler. İyi adamdı. Ondan daha iyi bir adam yoktu galiba dünyada. Bu çirkin gezegende iyilik borcum olan tek insandı. İki saat sonra onunla buluşmam gerekiyor. İki saat sonra beynine bir kurşun sıkmam gerekiyor.

Otuz bir yaşındayım. Mesleğe girdiğimden bu yana otuz dokuz iş yaptım. Yirmi altısını bir kerede hallettim. Asla öldürdüğüm insanları anlamaya çalışmam. Hiçbir zaman nedenini öğrenmek istemem. İş iştir ve daha önce de dediğim gibi, ben profesyonelim. İyi bir itibarım var., ki bu meslekte en önemli şeydir. Bu meslekte gazeteye ilan vermezsin, doğru kredi kartına sahip kişilere özel indirim filan yapmazsın. Bu meslekte ayakta kalmanın tek yolu insanların işi tamamlayacağına güven duymalarıdır. Bu yüzden de hiçbir işi geri çevirmemeyi ilke edindim. Sicilimi kontrol edenler sunduğum hizmetten hoşnut kalmış müşterilerle dolu olduğunu görecektirler. Hoşnut kalmış müşteriler ve cesetlerle.

Sokağa bakan bir oda kiraladım, kafenin tam karşısında. Pansiyon sahibine eşyalarımın pazartesi günü geleceğini söyleyip iki aylık kirayı peşin ödedim. Yarım saat kadar zamanım vardı. Tüfeği monte edip kızılötesi görüşünü sıfırladım. Yirmi altı dakika. Bir sigara yaktım, hiçbir şey düşünmemeye çalışıyordum. Sigarayı bitirdim, izmariti odanın köşesine fırlattım. Böyle birini kim, niye öldürtmek ister? Bir hayvan ya da sapık ancak. Tanıyordum Grace’i. Çocukluğumda sarılmıştı bana. İş işti ama. Duygularına kulak verirsen hapı yutardın. Köşedeki halı tütmeye başladı. Yataktan kalkıp izmaritin üzerine bastım. On sekiz dakika. On sekiz dakika sonra her şey bitmiş olacaktı. Futbol düşünmeye çalıştım, Dan Marino’yu düşündüm, 42. Cadde’de arabanın ön koltuğunda ağzına verdiğim fahişeyi düşündüm. Bir şey düşünmemeye çalıştım.

Tam zamanında geldi. Kendine özgü o yaylana yaylana yürüyüşünden ve omuzlarına kadar inen saçlarından tanıdım onu. Dışarıdaki masalardan birine oturdu, en aydınlık yere, bana dönük. Açı mükemmeldi. Orta menzil. Gözlerim kapalı vurabilirdim onu. Kırmızı nokta başının yan tarafına geldi, sol tarafa. Sağa alıp ortaladım, soluğumu tuttum.

Tetiği çekmek üzereyken dünyadaki bütün varlığını elindeki poşetlerde taşıyan yaşlı bir adam geçti önünde, tipik bir evsiz. Tam kafenin önünde poşetlerden birinin sapı koptu. Poşet yere düştü, içindekiler kaldırıma saçıldı. Grace’in bir an için kasıldığını fark ettim, ağzının köşesi seyirdi ve adama yardım etmek için ayağa fırladı. Kaldırıma diz çöküp yerdeki gazeteleri ve boş teneke kutularını poşete doldurmaya başladı. Kırmızı noktayı yüzüne odakladım. Yüzü benimdi artık. Kırmızı nokta tam alnındaydı, Hintlilerin kast işareti gibi. O yüz benimdi ve yaşlı adama gülümsediğinde parladı. Kilise duvarlarındaki aziz tabloları gibi.

Gözümü dürbünden çekip dikkatle parmağıma baktım. Tetiğin üzerinde kararsız bir biçimde duruyordu. Donup kalmıştı sanki. O anda anladım yapamayacağımı. Kendimi kandırmanın anlamı yoktu. Emniyet mandalını kapatıp mermiyi yatağından çıkardım.

Tüfeği kutusuna yerleştirip kafenin yolunu tuttum. Tüfek, tüfek olmaktan çıkmıştı artık, beş zararsız parçadan ibaretti. Grace’in masasına gittim, tam karşısına oturup bir kahve söyledim. Beni son gördüğünde on bir yaşındaydım, hemen tanıdı ama. Adımı bile hatırladı. İçindeki parayla birlikte zarfı masanın üzerine koyup birinin beni onu öldürmem için kiraladığını söyledim. Soğukkanlı görünmeye çalıştım, işi yerine getirmeyi aklımdan bir saniye olsun geçirmemiş gibi. Grace gülümsedi ve bildiğini söyledi. İçi para dolu zarfı kendisi göndermişti, ölmek istiyordu. Cevabının beni dumura uğrattığını itiraf etmeliyim. Kekeledim. Nedenini sordum. Ölümcül bir hastalığa mı yakalanmıştı? “Ölümcül bir hastalık mı?” dedi gülerek. “Öyle de denebilir sanırım.” Ağzının köşesi seyirdi yine, pencereden baktığımda fark ettiğim köşe, sonra konuşmaya başladı: “Çocukluğumdan beri var bende bu hastalık. Semptomlar gayet belirgindi, ama kimse tedavi etmeye çalışmadı. Oyuncaklarımı başka çocuklara verirdim. Asla yalan söylemezdim. Asla hırsızlık yapmazdım. Okul kavgalarında bile bana vuranlara karşılık vermezdim. Öteki yanağımı çevirirdim. Bu hastalık derecesinde iyi yüreklilik yıllar geçtikçe daha da kötü bir durum aldı, ama kimse bu konuda bir şey yapmayı aklından bile geçirmedi. Oysa hastalık derecesinde kötü yürekli olsaydım beni hemen psikiyatra götürür, önünü kesmeye çalışırlardı. Ama iyiysen? Bir sevinç çığlığı ya da iltifat karşılığında ihtiyaçlarını gidermek, içinde yaşadığımız toplumun fertlerinin içine gelen bir şey bu. Ve ben her gün biraz daha kötüye gidiyorum. Her lokmadan sonra etrafımda benden daha aç olup yemeğimi benim yerime bitirecek birini aramadan yiyemez oldum. Geceleri uyuyamıyorum. New York gibi bir kentte yaşıyorsan ve evinden altmış adım uzaklıktaki park banklarında soğuktan titreyen insanlar olduğunu biliyorsan nasıl uyursun?”

Ağzının köşesi seyirdi yine, sonra bütün vücudu sarsıldı. “Böyle devam edemem, uyku yok, yemek yok, aşk yok. Dünyada bu kadar sefalet varken aşka zaman mı kalır? Bir karabasan bu. Kendini benim yerime koy. Ben istemedim böyle olmayı. Bir iblis sanki… Ama bedenini ele geçiren iblis değil de melek. Lanet olsun. İblis olsaydı bugüne kadar biri işimi çoktan bitirmişti. Ama bu?” Grace iç geçirip gözlerini kapattı. “Bak,” diye devam etti. “Şu parayı al, bir balkondan ya da çatıdan bitir bu işi. Ben kendim yapamıyorum. Her gün biraz daha katlanılmaz bir hal alıyor. Sana parayı göndermek, şu konuşmayı yapmak bile, zor” dedi alnını kurulayarak. “Çok zor. Kendimden bir kez daha deneme gücün bulacağımı sanmıyorum. Lütfen, şu çatılardan birinde kendine bir yer bul ve bu işi bitir. Yalvarırım.” Baktım ona, acı içindeki yüzüne. Çarmıhtaki İsa gibiydi, aynı İsa gibi. Bir şey demedim. Ne diyeceğimi bilemedim. Ben her zaman doğru cümleyle hazır beklerim; rahip, bardaki fahişe, federal polis, fark etmez. Fakat onunla? Onunla yetimhanedeki o ürkek çocuktum yine, beklenmedik her hareket karşısında korkup geri çekilen küçük çocuk. Ve o iyi adamdı, en iyi adam. Harcayamayacaktım onu. Denemeye gerek bile yoktu. Parmağım tetiği çekemezdi.

“Bağışlayın, Bay Grace,” diye fısıldadım uzunca bir süre sonra, “ben…”

“Beni öldüremeyeceksin,” dedi gülümseyerek. “Pekâlâ. Sen ilk değilsin, biliyor musun? İki kişi daha bana zarfı iade etti. Bu da lanetin bir parçası galiba. Ama sen, yetimhanede büyümüş biri olarak…” Omuz silkti. “Ve ben gücümü her geçen gün biraz daha yitirirken… Bir şekilde sana yaptığım iyiliği iade etmek istersin diye düşünmüştüm.”

“Bağışlayın, Bay Grace,” diye fısıldadım. Gözlerim dolmuştu. “Keşke yapabilseydim…”

“Üzülme,” dedi. “Anlıyorum. Bir kaybın yok. Unut gitsin.” Masanın üzerinden hesap pusulasını aldığımı görünce kıkırdadı. “Kahve benden. Israr ediyorum. Öyle olmak zorunda, anlıyor musun? Hastalık gibi bir şey.” Elimdeki buruşuk banknotu cebime soktum. Birkaç adım attıktan sonra arkamdan seslendi. Tüfeği unutmuştum.

İçimden kendime söverek gidip tüfeği aldım. Çaylak gibi hissettim kendimi.

Üç gün sonra, Dallas’da, bir senatörü vurdum. Çetrefilli bir işti. Yüz metre uzaklık, yarım görüş, yandan esen rüzgâr. Yere yığılmadan önce ölmüştü zaten.

***
Yazan: Etgar Keret
Çeviren: Avi Pardo
Kitap: Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, 2004
Yayınevi: Siren Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder