Eylül 24, 2015

Faşizm nedir? (Ansiklopedik bir cevap)

Az sonra okuyacağınız uzun yazı, tarihçi ve siyaset bilimci Zeev Sternhell’in bir ansiklopedi maddesi olarak yazdığı faşizm tarifi. Çok sık kullanılan bir tabir olarak faşizmin tarihsel köklerini görmenin iyi olacağını düşündüm. İletişim Yayınları'ndan çıkan "Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları" isimli derleme kitaptan yazıya geçirdim. Kitapta bu konuda gerçekten çok iyi çalışmalar yer alıyor. İyi okumalar...


***
faşizm. 20. yüzyılın bütün büyük ideolojileri arasından, yüzyılın kendisiyle birlikte varlık bulan sadece faşizmdi. Organik MİLLİYETÇİLİK ve Marksizm karşıtı SOSYALİZM’in bir sentezi olarak, liberalizm, demokrasi ve Marksizmin reddedilmesine dayanan devrimci bir harekettir. Özü itibariyle faşist ideoloji, materyalizm karşıtıydı – liberalizm, demokrasi ve Marksizm aynı materyalist musibetin farklı veçheleri olarak görülmekteydi. Yüzyılın başından itibaren, bir yandan Maksizmi reddederken diğer yandan da devrimcilik özelliğini koruyan, çeşitli sosyalizm biçimleri ile liberalizm karşıtı ve burjuva karşıtı milliyetçiliğin birbirlerine yakınsamasına imkân veren de tam olarak bu materyalizm karşıtı başkaldırıydı. Bu sosyalizm biçimi, aynı zamanda tanımı itibariyle liberalizm karşıtı ve burjuva karşıtıydı ve tarihsel materyalizme karşı muhalefeti, onu radikal milliyetçiliğin doğal müttefiki haline getirmekteydi. Faşist sentez, 18. yüzyıl ve Fransız Devrimi’nden miras alınan siyasal kültürün reddini simgelemekteydi ve yeni bir medeniyet kurmayı hedeflemekteydi. Toplumdaki bütün tabaka ve sınıfların mükemmel bir şekilde bütünleşebileceği bir insan toplumunun kalıcılığını, ancak komünal ve bireyselcilik karşıtı yeni bir medeniyetin sağlayabileceğini ve böylesi uyumlu, organik bir toplumun doğal çerçevesinin ancak (her ikisi de savaş ve bölünmüşlüğün aracıları olan liberalizm ve Marksizmin hiçbir zaman sağlayamayacağı ahlâki birliğe nail olmuş) millet olabileceğini düşünmekteydi.
Biyolojik determinizme dayanan organik, kabilesel ve dışlayıcı milliyetçilik , yüzyılın dönümünde gerçekleşen entelektüel devrimin siyasal terimlere aktarılmasından ibaretti. (‘Proleter millet’ fikrinin yaratıcısı) Corradini, BARRES ve MAURRAS’la birlikte milliyetçilik, tutarlı bir siyasal teori haline gelmişti. Bu da faşist denklemin ikinci boyutuna çok rahat uyum sağlamıştır: Yüzyılın başında Georges SOREL ve İtalyan devrimci SENDİKALİZM’in teorisyenleri tarafından başlatılan, Marksizmin revizyonu. Eğer materyalizme karşı başlangıçta olan bu başkaldırı hesaba katılmayacak olursa, faşist ideolojinin anlaşılması pek mümkün olmaz. Entelektüel açıdan SOSYAL DARWİNİZM’den, Bergson ve NIETZSCHE’nin Kartezyencilik ve Kantçılık karşıtı felsefelerinden, Le Bon’un psikolojisi ve PARETO’nun sosyolojisinden çok ciddi biçimde etkilenmiştir. Kapitalist ekonomi, burjuva toplumu ve çalışan sınıfın yaşamında – Marksist beklentilerin tam aksi yönde – gerçekleşen olağanüstü değişimlerin yaşandığı bir çağda gelişmiştir.
Sorel, Marksizmin rasyonalist, Hegelci temellerinin yerine materyalizm karşıtı, istenççi ve dirimsel unsurlar koymuştur. Sosyalizmin bu biçimi sezgiye, enerjiye, élan’a, aktivizme ve kahramanlık tapınımına dayanan bir eylem felsefesiydi. Sorel, kitleleri harekete geçirmek için aklın değil, hayal gücünü etkileyen imge sistemleri ve efsanelerin gerektiğini düşünmekteydi. Proleter sınıfın devrimci bir unsur olarak kendisine biçilen rolü yerine getirmekte yetersiz kalmış olmasından dolayı, genel grev ve proleter şiddet efsanelerinin boş olduğunun ortaya çıkmasından sonra, Sorelcilerin Marksizmi terk etmek ve proleter sınıfın yerine yükselişte olan büyük bir gücü, yani bir büyün olarak milleti geçirmekten başka çareleri kalmamıştı. Kalbinde yeni bir devrim düşüncesi taşıyan ‘herke için sosyalizm’ fikrine bu yoldan ulaşıldığında – sınıf mücadelesi özelliklerini taşımayan tek devrim biçimi olarak elde doğal olarak milli, ahlâki ve psikolojik devrim kalmaktaydı.
Bunların arasında Arturo Labriola, Robert MICHELS, Sergio Panunzio ve Paolo Orano gibi devrimci sendikalizm teorisyenleri ve bunların yoldaşı Benito Mussolini vardı. Mussolini ile devrimci sendikacılar arasındaki bağ, 1902’ye gelindiğinde çok güçlü hale gelmişti ve Mussolini’nin Birinci Dünya Savaşı öncesindeki gelişimi bunların gölgesinde gerçekleşmiştir. Mussolini ve devrimci sendikacılar, 1914’te Corradini’nin milliyetçileriyle birlikte müdahaleci harekete önayak olmuşlardır. Böylece radikal milliyetçilik ve yeni sosyalizmin oluşturduğu bu sentez, siyasal bir gerçekliğe dönüşmüştür. Savaş esnasında, devrimci sendikalizm önce milli sendikalizme sonra da faşizme dönüşmüştür.
Bu sentez, 1910-12 yıllarında Fransa’daki Les Cahiers du Cercle Proudhon ve en önemlisi de İtalya’daki La Lupa gibi yayınlarda çoktan siyasal bir teori olarak ifade edilmişti. Milliyetçiler ve devrimci sendikacılar, o dönemdeki ticaretçi medeniyetin yerine, burjuva hedonizmi ve egoizminin yerini fedakârlığın alacağı, keşişler ve savaşçılardan oluşan savaşçı, yiğit ve kahraman bir medeniyet kurmayı arzulamaktaydılar. Bu yeni dünya, sadece bir sürüden ibaret olan kitleleri savaşa sürme becerisine sahip tek şey olan seçkinlerin vazife bilinci sayesinde yaratılabilirdi.
Faşist ideolojinin Ağustos 1914 öncesinde işlenmiş olan bu kurucu unsurları, hem İtalya hem de başka yerlerde (Georges Valois, Robert Brasillach ve Marcel Deat ya da Jacques Doriot gibi eski Fransız sosyalistleri ve komünistleri arasında) 1920’ler ve 1930’larda neredeyse birebir aynı şekliyle yeniden ortaya çıkmıştır. Diğer örnekler arasında İspanya’da Jose Antonio Primo de Rivera, Belçika’da Léon Degrelle ve Romanya’da Corneliu Zelia Coreanu vardır.
Bu bakış açısından, faşizmin Avrupa genelinde bir olgu olduğu ve – bir ideoloji, bir siyasal hareket ve bir yönetim biçimi olarak – üç seviyede varlık gösterdiği açıktır. Düşünceler tarihi açısından bakıldığında, Birinci Dünya Savaşı, diğer pek çok alanda görülenin aksine bir dönüm noktası oluşturmaktaydı. Faşizm, sadece savaşlar arası döneme ait bir olgu değil, bilakis 19. yüzyılın sonunda Avrupa kıtasında yaşanan modernleşmeyle başlayan tarihsel dönemin bir parçasıydı. Yüzyılın dönümündeki entelektüel devrim ve kitlelerin siyasete girişi, medeniyetin özsel sorunlarına karşı takınılan bir tutum, bir hassasiyet ve bir düşünce sistemi olarak faşizmi doğurmuştur. Birinci Dünya Savaşı ve 1930’lardaki ekonomik kriz, faşist hareketler için gereken sosyolojik ve psikolojik şartları sağlamış, ancak faşist ideolojiyi doğurmamıştır.
Ancak savaş, sadece milliyetçiliğin kitleleri harekete geçirebilme kabiliyetini kanıtlaması nedeniyle değil, fakat modern devletin dehşetengiz gücünü ortaya çıkartmasıyla da, faşist ideolojinin gücünün zirvesine çımasına katkıda bulunmuştur. Ekonomik planlama ve ulusal ekonomi ile özel mülkiyetin devlet için seferber edilmeleri konularında yepyeni olasılıkları ortaya çıkartmıştır. Devlet, ulusal birliğin ifadesi olarak görülmekteydi ve kudreti kitlelerin manevi ittifakına dayanmaktaydı, fakat devlet aynı zamanda da elindeki bütün imkânları kullanarak beslediği bu birliğin bekçisiydi. Savaş, bireylerin fedakârlık kapasitelerinin ne kadar büyük olabileceğini, enternasyonalizm düşüncesinin ne kadar yüzeysel olduğunu ve toplumun bütün tabakalarının devletin hizmetine nasıl koşulabileceğini ortaya çıkartmıştır. Komuta birliği, otorite, liderlik, ahlâki seferberlik, kitlelerin eğitimi ve bir iktidar aracı olarak propagandanın önemini gözler önüne sermiştir. Her şeyden önemlisi de, demokratik özgürlüklerin ne kadar kolay askıya alınabildiğini ve diktatörlük-benzeri bir yönetim biçiminin ne kadar kolay kabul görebildiğini göstermiştir.
Faşistler, savaşın pek çok açıdan Sorel, Michels, Pareto ve Le Bon tarafından ifade edilen fikirlerin geçerliliğini, yani kitlelerin bir efsaneye ihtiyaç duyduğu, sadece itaat etmek istedikleri ve demokrasinin bir paravandan ibaret olduğunu ispatladığını düşünmüşlerdir. Tarihteki ilk topyekûn savaş olan Birinci Dünya Savaşı, yüzyılın ilk on yılında ileri sürdükleri fikirlerin uygulamada kanıtlandıkları bir laboratuardı. Bu kapsamda, Gentile ile Mussolini, José Antonio ile Oswald Mosley, Léon Degrelle ve Drieu La Rochelle’in yazılarında bulunduğu biçimiyle 1930’ların faşizmi, hem savaş öncesi milliyetçiler ve sendikacıların teorik katkılarından hem de savaş tecrübelerinden oluşmaktaydı.
Faşizmin siyasal felsefesinin temelinde, bireyin toplumsal ve hayvan olarak kavranması yatmaktaydı. Gentile açısından, bireysel insan bir atom değildi; insan her açıdan siyasal bir hayvandı. Karşılıklılığa dayanan kurallara ve bir yükümlülükler sistemine sahip toplumsal bir örgütlenmenin dışındaki bir insanın özgürlüğünün hiçbir anlamı yoktur. Gentile ve Mussolini açısından insan, son kertede ancak bir toplumun parçası olduğu ve toplumsal olarak belirlendiği zaman vardı.
Ancak faşist düşünce burada durmamış, Mussolini’nin ifadesiyle ‘devletin ve devlet içindeki bireyin özgürlüğü’ olarak tanımlanan bir özgürlük kavramı geliştirmeye başlamıştır. Mussolini’nin adalet bakanı Alfredo Rocco’ya göre, bireysel hakların ancak devletin hakları kapsamına girdiği kadarıyla tanınmasının nedeni de budur. Faşizm, bu tür savlar aracılığıyla, Fransız faşist Marcel Deat tarafından hayranlıkla ‘hiçbir çatışmanın, zaafın ve anarşinin olmadığı bütünsel toplumdaki bütünsel insan’ olarak nitelenen yeni insan ve yeni toplum kavramlarına ulaşmıştır. Faşizm, uyumlu ve yeniden birleşmiş bir halk öngörmekteydi; bu sebeple de müzakere ve tartışmaların yerini şarkılar ve meşalelerin, fiziksel güç, şiddet ve vahşete tapınmanın aldığı toplu komünyon ayinleri olan resmigeçitleri, geçit törenlerini ve üniformaları vurgulamıştır. Bu birlik, en mükemmel ifadesini yarı-kutsal lider figüründe bulmuştur. Halkının ruhu, iradesi ve erdemlerini temsil eden ve milletle özdeşleştirilen bir lidere tapınılması, faşist komünyonun temel taşıydı. Faşizmi POZİTİVİZM’e karşı bir başkaldırı olarak tanımladığında, Gentile son derece haklıydı.
Milletin bütünselliğinin korunması ve toplumsal sorunların çözülmesi, paranın diktatörlüğünün yıkılmasına bağlıydı. Vahşi kapitalizmin yerini klasik ulusal dayanışma araçları almalıydı: Başında güçlü bir devletin bulunduğu kontrollü bir ekonomi ve korporatif örgütlenme ve siyasetin ekonomi üzerindeki zaferini temsil eden bir karar alma aygıtı. Bütün siyasal ve toplumsal yaşamın ve bütün manevi değerlerin yaratıcısı olan faşist devlet, elbette ekonomi ve toplumsal ilişkilerin de tartışmasız efendisi olacaktı.
Faşist devrimin temel taşı, iktidar ilişkilerinin yeniden düzenlenmesiydi. Bu ahlâki ve siyasal devrimin en çarpıcı yanı, TOTALİTERYANİZM’di. ‘Bizimkisi anavatanın bütünlüğüne hizmet eden totaliter bir devlet olacaktır’ demiştir José Antonio. Faşist literatürün her yanında, aynı damardan sayısız paragraf bulunabilir. Totaliteryanizm, faşizmin özünün ta kendisiydi ve tereddütsüz, totaliter ideolojinin en saf örneği faşizmdir. Yeni bir medeniyet, yeni bir insanoğlu tipi ve yepyeni bir yaşam biçimi yaratma hedefiyle yola çıkan faşizm, devlet müdahalesinden bağımsız kalabilecek hiçbir insani faaliyet alanı tasavvur etmemekteydi. ‘Diğer bir ifadeyle, biz doğadaki aktif bütün güçleri kontrol eden bir devletiz. Siyasal güçleri, ahlâki güçleri, ekonomik güçleri kontrol etmekteyiz…’ ve ‘her şey devletin içindedir, devlete rağmen hiçbir şey yoktur, devlet dışında hiçbir şey’ diye yazmıştır Mussolini. Mussolini ve Gentile açısından, faşist devlet kendi bilinci ve iradesi olan bir varlıktı – bu sebeple de ‘ahlâki’ olarak tanımlanabilirdi. Devletin varlığı, sadece bireylerin haklarının ona bağımlı kılınması anlamına gelmekle kalmamaktaydı, bilakis devlet, ‘devlet olmanın gereği olarak fiziksel görünüşleri de dâhil olmak üzere halkı toptan dönüştürebilme’ hakkını talep etmekteydi. ‘Değeri olmak şöyle dursun, hiçbir insan ya da manevi değerin [devletin dışında bir] varlığı dahi olamaz’; ‘devletin dışında hiçbir birey ya da grup (siyasal partiler, kültürel dernekler, ekonomik birlikler, toplumsal sınıflar) yoktur’.
Siyasal gücün bu şekilde kavramsallaştırılması ve beraberinde getirdiği fiziksel ve ahlâki baskıların somut neticelerini tasavvur etmek zor değildir. Bu noktada, komünist ve faşist totaliteryanizmlerin arasındaki farkı da görmekteyiz. Stalinist diktatörlük, kesinlikle Marksist devlet teorisinin bir uygulaması olarak tanımlanamazken; faşist terör, en metodolojik biçimde uygulamaya konmuş bir öğretidir. Faşizm, düşünce ve eylem birliğinin en iyi örneklerinden birini teşkil etmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder