Ağustos 27, 2014

Modern edebiyat, Pamuk, Tanpınar ve ‘cemaat’



Baba-Oğul gibidirler halbuki...
Orhan Pamuk, 1994 yılının Eylül ayında, Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında konuşmaya çağrılır. O konuşmanın başlığı şöyle: “Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Modernizmi”. Edebiyatta “modern” olmanın belirli koşulları var elbette. Bunların başında bulunulan “cemaat”ten kaçmak geliyor. Toplumu, olabildiğince garipseyerek, içindeyken bile dışından incelemek de deniyor buna. Tabi bunu abartmadıkça: Rivayet odur ki, Dostoyevski çağdaşı Turgenyev’e bir teleskop gönderir ve “halkına bununla bakarsın” der. Pamuk’un edebiyat adına hayli örnek aldığı Tanpınar’ı bu konuşmadaki kadar eleştirdiğine hiç rastlamamıştım daha önce. Eleştiri noktalarından birisi de “cemaat” meselesi.

Pamuk, konuşmasının tamamında Tanpınar’ın kitaplarından pasajlar okuyor ve üzerine bazı yorumlar yapıyor. Sözgelimi Huzur’da geçen şu pasaj:
“Bütün o evliya ruhlu ve tevazulu ustalar, sanatlarının zirvesi ne kadar yüksek olursa olsun, insan hayatının içinde kalıyorlar ve onu bizimle beraber yaşamaktan hoşlanıyorlardı.”
Orhan Pamuk’un öncelikli tespiti şöyle:
“Biz kim? Burada temel soru, bu ‘biz’in kim olduğu. Ahmet Hamdi Tanpınar anlatıya müdahale ediyor. Yani, anlatı ana kahramanın bilincini izlemeyi bırakıyor, Ahmet Hamdi Tanpınar kahramanıyla kendisini ayırarak bir ‘biz’den bahsediyor. Yani anlatıcı olarak Tanpınar’ın kendisi daha da ortaya çıkıyor. Üstelik bunu, Joyce’un Ulysses’inin bir bölümünde 18. yüzyıl İngiliz yazarlarının parodisini yaparken yazdığı gibi yapmıyor. Burada Tanpınar, konusunun heyecanıyla bir ‘biz’den söz ediyor. Burada şöyle diyebilirdi: ‘Bütün evliya ruhlu ve tevazulu ustalar, sanatlarının zirvesi ne kadar yüksek olursa olsun, insan hayatının içinde kalırlar ve onu halkla beraber yaşamaktan hoşlanırlardı.’ Ama ‘bizimle’ diyerek, Ahmet Hamdi Tanpınar, romanlarında sürekli olarak yaptığı gibi hiç de rastlantısal olmayan bir kavramı araya sokuvermiş oluyor.”
Şimdi de Pamuk’un yorumuna geçelim:
“Ahmet Hamdi Tanpınar bir cemaat insanıdır, bir romancı olarak içinde yaşadığı cemaatin sorumluluğunu bütünüyle ruhunda hisseden biridir. Sezgisel olarak o cemaatle öyle bir şekilde özdeşleşir ki, roman yazarken bile, son derece iyi bildiği 19. yüzyıl tarzı bir roman yazarken bile – öyle yapıp yapmadığından bahsetmiyoruz şimdi – Stendhal’in bile yapmayacağı bir şekilde kahramanıyla okuyucu arasına girer. Üstelik bu noktada kendisi, Tanpınar olarak bütünüyle oradadır. Hiçbir edebî ironinin olmadığı sorumlu bir cemaat yazarının ciddiyetiyle. Bir biz’den, hiç tarifi yapılmamış ama belki de romanlarının bütün hayatı boyunca özelliklerini aradığı bir bizden kendiliğinden bahsedivermesinin önemi budur.”
Bu ‘yorum’un Pamuk dünyasındaki karşılığını anlamak için konuşmanın başına dönüyoruz:
“Edebiyatta modernizmden yalnızca geleneksel olana bir karşı çıkış değil, genel olarak toplumun ruhundan, cemaat havasından uzaklaşmayı anlıyorum. Modernist edebiyat, geleneksel edebiyatın en güçlü yanı olan ‘temsiliyet’ ilişkisini kopardı. Artık edebiyat gerçekliği temsil etmiyordu, yazı hayatın aynası değildi. Hayata karşı yapılmış bir faaliyet, kendi başına kendi örgüsüyle ayrı bir âlem, yeni bir dünya olmuştu yazı. Modernist yazarlarca üretilen metinler, mevcut dünyanın yansıdığı, kurallarının ve sırlarının açıklandığı yerler değildi. Modernist edebi faaliyet hayatı ve dünyayı temsil işi değil, yazarın bizzat kendi başına yaptığı ve anlamı kendi içe dönüklüğüyle ortaya çıkan bir iştir. Tabii bu, bizde yaygın olan deyişin işaret ettiği anlamda modernistlerin ‘hayattan kopuk’ olduğu anlamına gelmez.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder