Haziran 02, 2014

Huzur’un kıyısından: Yaşar

Muzip de bir adamdı rahmetli...
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında Yaşar isimli bir karakter var. Nuran’ın dayısı Tevfik Bey’in oğlu. Tanpınar bu baba oğulu şöyle tasvir ediyor: “Tevfik Bey büyük bir hüsnüniyetle işe başlayıp küçük zevk düşkünlüğünde çehresini tamamlayan Tanzimat’tı. (...) Yaşar Bey daha ziyade İkinci Meşrutiyet’ti, onun huzursuzlukları ile doluydu.” Yaşar, Avrupa’da gezip tozmuş, bir yığın ‘züppece’ maceraya atılmış, sonunda dönüp babasının konağında vakit öldüren bir mirasyediye dönüşmüş, Tanzimat romanında sıkça karşımıza çıkan bir tip. Tanpınar, bu tipe ufak bir derinlik ekliyor: Hastalık hastası...

“Yaşar Bey bir kelime ile vücudu kendi gözünün önünde olan adamdı.” diye başlıyor hikâyeci. Vücudundaki her bir içorganının farklı işlemesi sebebiyle, “Yaşar Bey için vücut dediğimiz tamamlık kaybolmuş,” uzuvlar kendi başlarına hareket eder hale gelmiş. Ve bu vücudu hizaya getirebilmek için ilaçlara başvurmak durumunda kalmış:
“Yaşar Bey ilâçla uyur, uyanıklığın vuzuhuna kalkar kalkmaz aldığı birkaç aspirinle erer, ilâçla iştihasını açar, ilâçla hazmeder, ilâçla dışarıya çıkar, ilâçla aşk yapar, ilâçla arzulardı. Roche, Bayer, Merck gibi firmalar onun hayatının belli başlı yardımcılarıdır. Her ay bakanlığa takdim ettiği uzun raporları yine bu fabrikaların insan dayanıklılığını birkaç misline çıkaran mukavvileri sayesinde yazardı. (...) Günün saatleri alacağı ilâçlara göre taksim edilmişti. ‘Lütfen hatırlatın, saat tam üçte pepsinimi alacağım… Ürotropin almayı unutmuşum… Allah vere de bir manasızlık çıkmasa…’ Yaşar Bey hakikaten muassır ilmin ticaret fikri ile bütün insanlık için el ele vererek hazırladıkları bir complexe’ti…”
Babası Tevfik Bey, fakat, bu durumdan memnundur. ‘Züppe’liklerini unutmuştur Yaşar Bey:
“Bu vehme kapıldığından beri (...) Toledo’da tanıdığı genç kontesten ve onun çok charmante annesinden, Bükreş’teki caddelerin düzlüğünden, temizliğinden, Varna plajının harikuladeliğinden bahsetmiyor, ne Paris’teki ikinci katipliğinden Mistinguete’in oda hizmetçisini bir akşam getirmek şerefine nail olduğu o güzel garsoniyeri, ne de bir ikindi vakti kapısından çıkarken ağzında cıgara, arkasında büyük bir köpek Emile Jannings’le birden burun buruna geldikleri Wilhelmstrasse’nin hemen arkasındaki pansiyonu methediyordu. Hatta bu pansiyonun mavisi kirpiklerinin kenarından damlayan büyük gözlü sarışın kızını, onun Wagner’e çılgınca hayranlığını, Heine’yi ezberden okurken sesinin titreyişini, Tiroller’de beraber yaptıkları emsalsiz gezintiyi, ay ışığında dinledikleri türküleri, hepsini unutmuştu. Bunlar gibi Peşte’ye birkaç saatlik bir yerde eski bir tâbiimizin şatosunda geçirdiği hafta tatili, o yüksek arkalıklı koltuklar, cins av köpekleri, atlar, hakiki bir hasattan ziyade, Marta Egerth’in yarı operet filmleri için hazırlanmış dekorlara benzeyen harman yerleri, hülasa tatlı musiki ve ucuz tahassüsün bin bir çeşit lezzetleri, Viyana kahveleri, narin edalı kadınlar, Mozart’a ait kulaktan dolma malumat, hepsi hafızasından silinmişti.”
Muhteşem bir pasaj değil mi? Elbette, “hastalık hastası” deyince akla bir başka hikâye geliyor. Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı. Şöyle başlıyordu:
“Ben mızmız, asabî, hastalık hastası, keçi gibi inatçı biriyim. Galiba, karaciğerimle ilgili de bir sorunum var. Gerçek hastalığımın ne olduğunu bilmiyorum. Hatta neremin ağrıdığının bile farkında değilim. Doktorlara ve tıp dünyasına çok derin bir saygı duymakla birlikte, tedavi olmak için hiçbir girişimde bulunmuyorum. Sadece inadım yüzünden tedavi olmaya yanaşmıyorum. (...) Karaciğerim çok kötü ağrıyor, varsın daha kötü ağrısın!”
Dostoyevski, karakterini şu şekilde takdim ediyor:
“Elinizdeki notlar ve yazarı elbette ki uydurmadır. Yine de bu notların uydurucusunu ve toplumumuzun durumunu ele alırsak; buna benzer insanların varlığını olağan karşılamakla kalmaz, aynı zamanda zorunlu olduğunu düşünürüz. (...) Bu karakter toplumumuzun hâlâ yaşanan en belirgin temsilcisidir.”
Bu iki karakter, iki köklü İmparatorluğun on dokuzuncu asırda yaşadığı toplumsal krizleri, bünyelerinde değişik şekillerde barındırıyor. Dostoyevski, tam da bu insanların, dışlanmışların hikâyeleri üzerinden toplumun genel dinamiklerini kavramaya çalışırken, Tanpınar, bu karakterini bir kenarda tutuyor, hâlâ “seçkin” (mümtaz) bir hayalin peşinden koşabileceğini zannediyor. Bana hayli tuhaf geldi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder