Mayıs 05, 2014

En doğru olanı devrimciler bilir!



[genç] Hasan Cemal

Gazeteci[den çok bir hikâyeciyi andıran]Hasan Cemal’in “Kimse kızmasın, kendimi yazdım” isimli kitabı, askerî darbeyi tetikleyerek ‘devrim’ yapmaya çalışan bir grup ‘aydın’ın hikâyesini, o grupta yer alan ama sonradan pişmanlıklar yaşayan ve başta kendisiyle sonra devriyle hesaplaşan bir adamın iç-konuşmaları eşliğinde anlatıyor. İçinde 1960’ların ortalarından 1970’lerin başına dek geçen döneme dair paha biçilmez bilgiler var. Bir de sürekli birbirini çağıran alıntılar...

“İç-konuşmaları” dedim. Zira kitap şöyle açılıyor:
“Devrimi çok sevmiştik! [Hasan Cemal 1]
Ama önce darbe yapacaktınız. [Hasan Cemal 2]
Evet, askeri kullanarak... [Hasan Cemal 1]"
Ardından 9 Mart Cuntası’nın, Doğan Avcıoğlu ile başlayan Yön Dergisi’nin ve rakı sofralarında tartışılan “sosyalist devrim”in hikâyesini okuyoruz.
“O dönemde, var olan ideolojiler dünyasında Marksizm’in karşı konulmaz bir üstünlüğü ve çekiciliği vardı. Bir kere, genç bir insana, dünyayı ve hayatı kavrayabileceği bir düşünce sistematiği veriyordu. [Hasan Cemal 1]
(...)
Bütün bunlar da moda olmadı mı? Sen de bu modaya kapılmadın mı? [Hasan Cemal 2]”
12 Mart 1971’de bu “moda” ağır darbe yiyor elbette. Durulmayan etkileriyle 12 Eylül 1980’e kadar sürse de, o günden itibaren sol, sosyalist, devrimci, komünist düşünce “içe bükülme” ve “eleştiri” dönemi yaşıyor. Biraz mecburiyetten. 1989’da Berlin Duvarı yıkılıp ardından Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla “tarihin sonu”nun geldiği düşünülüyor vs. Elbette bütün sosyal hareketler gibi, bütün fraksiyonlarıyla birlikte sosyalizm ve komünizm de hayatını devam ettiriyor.

Taner Akçam’ın 1992’de Birikim Dergisi’nin Aralık sayısında yayımlanan yazısından şu alıntıyı naklediyor Hasan Cemal:
“Eğer çocuğumun üzerinde otorite kurabilmem ve söylediğimi yaptırabilmem ona tokat atmaktan geçiyorsa, ben bu otoriteden vazgeçiyorum, diyebilecek miyiz? Eğer kazanmanın yolu, çoluk çocuğun öldürülmesinden geçiyorsa ben kaybedeceğim, kaybetmek istiyorum, diyebilecek miyiz? İktidara gelmek falan değil, ‘Çocuklar öldürülmesin istiyoruz’ diyebilecek miyiz? Tıpkı işkence sorununda olduğu gibi, savunmasız insanların kurşuna dizilmesi, toplu katliam, farklı olmayı ve düşünmeyi kana boğmak gibi eylemleri kim yaparsa yapsın, nefretle anılacak barbarlık gösterileridir, diye lanetleyebilecek miyiz?”
Kitapta gel-gitler, “yeniden verilen sözler”, pişmanlıklar... gırla! Devrin solcu figürlerinden alıntılar da, belli ki Hasan Cemal’e yol gösteren düşünürlerden de...

Nihayet bence kitabın ana fikrini, dün ve bugünü de kapsayan çekirdeğini, merkezini veren satırların şunlar olduğunu düşünüyorum:
“1960’larda farklı bir zihniyet dünyasında yaşıyordum. 1960’ların Hasan Cemal’i keskindi. (...) Keşke 1960’larda bana örneğin Karl Popper’ı öğretenler çıksaydı! Siyasal bilimler okudum. Ama bu büyük filozofla ancak 1980’lerde tanıştım. Açık Toplum ve Düşmanları isimli kitabını ilk kez o zamanlar okudum. Bir yerinde şöyle der: ‘Akılcılığın, eleştirici düşüncelere kulak vermeye ve sınamalardan bir şeyler öğrenmeye hazır olmak tutumu olduğunu söyleyebiliriz. Bu, temelde ‘Ben haksız olabilirim ve sen haklı olabilirsin ve çaba göstererek belki doğruluğa daha yaklaşırız’ diyebilme tutumudur.’ Ben haksız olabilirim, sen haklı olabilirsin! O zamanlar haksız olabileceğim aklımın köşesinden bile geçmezdi. Gerçek tekelimdeydi çünkü. En doğru olanı devrimciler bilirdi! Tarih devrimcilerden yanaydı! (...) Oysa aynı eserinde Karl Popper, ‘Bilim de yanılabilir, çünkü bilim bir insan ürünüdür’ diyerek şunu ekler: ‘Daha önemlisi, bize düşüncenin görevinin şiddet ve savaş yoluyla değil de, eleştirici tartışmalar yoluyla devrimler yapmak olduğunu; yüce Batılı akılcılık geleneğimizin, savaşlarımızı kılıçlarla değil, kalemlerle yapmamızı gerektirdiğini gösterebilir.’ [Hasan Cemal 1]
Bir rüyadan uyandın! [Hasan Cemal 2]”
Ve Karl Marx’ın doğum gününe özel, 1995’e ait hayli ilginç bir haberi de kitaptan alıntılıyorum:
“Yer, London School of Economics. Kısa adıyla LSE. 1960’lı, 1970’li yılların en radikal okulu. Savcı suçluyor, ‘Marx insanlığın zamanını çaldı’ diye. Bu itham, LSE’nin yüzüncü kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen şölende yapılıyor. Savcının ithamını Marx adına bir Hintli profesör cevaplıyor: ‘Marx olmasaydı bugün hepiniz sömürülürdünüz. Ne sendika olurdu, ne de tek bir sosyal güvence...’ Oylama yapılıyor, Marx beraat ediyor. Dünya düşünce tarihinin devi Marx’ın insanlığın zamanını çalmadığına karar veriliyor.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder