Nisan 29, 2014

Foucault’nun muhteşem İran ‘yanılgısı’


20. yüzyılın belki de en parlak filozofu Michel Foucault, 1978’de İran’da ayaklanmalar başladığında, bir İtalyan gazetesine olay yerinden makaleler yazmak üzere Tahran’a uçar. Elbette Foucault’nun İran Devrimi hakkında neler söyleyeceği önemlidir. Ancak biyografisinde pek de şık durmayan bir ‘leke’ olarak kalır bu macera. En yoğun eleştirileri, İran’la ilgili yazdıkları sebebiyle alır. ‘Devrim’in büyüsüne kendini kaptırmakla suçlanır. İran'ın 1980'lerini yaşadıktan sonra eleştirmek daha kolay, lâkin Foucault’nun oradaki hâli, gerçekten güzel bir hikâye...


Michel Foucault, sahada tam bir gazeteci gibi çalışır. Muhalefetten askerlerle ve halktan kimselerle röportajlar yapar. Ancak yazdığı makaleler, daha çok kendisinin Batı’yla, moderniteyle, felsefeyle hesaplaşmasıdır aslında. Bu ‘devrim’i, [Tocqueville'in anlattığı şekliyle]“Fransız İhtilali’nin bir tersine dönüşü” olarak sunar:

“O zaman, bu son olayların zalim bir modernleştirmeden önce en gerici grupların toplanmasının değil, bizzat kendisi bir arkaizm olan modernleşmenin bütün bir halk ve kültür tarafından reddinin sinyallerini verdiğine ilişkin bir anlayış hissine kapılmıştım. (...) Şah’ın bahtsızlığı, bu arkaizmle bir bütün oluşturmaktı.”
İran’da olup bitenleri, Şah’ın tepeden inmeci, İran’ın bütün geleneğini tersyüz etmeye niyetli baskıcı modernleşmesinin karşısındaki bu büyük direnişi, Batı’da modernleşme ile başlayan bir donuklaşmanın sona ermesi, muazzam bir “enerji”nin açığa çıkması olarak yorumlar. Bu arada sıklıkla Avrupa tarihine referanslar verecektir. Mollaların elden ele dolaşan beddua kasetlerini “Floransa’da Savanarola’un, Münster’de antibaptistlerin veya Cromwell zamanında presbiteryenlerin sesleri”ne benzetir. Kendi geçmişine (Avrupa’nın geçmişine) özlemini yansıtır:
“(...) bu küçük yeryüzü parçasında yaşayan insanlar için, biz ötekilerin Rönesans’tan ve Hıristiyanlığın büyük krizinden beri unuttuğumuz bu şeyi, bir politik ruhaniliği hayatlarına pahasına aramaya çalışmaları ne tuhaf.”
Foucault, Ayetullah Humeyni’nin politik duruşuna, buradaki ruhanilik ve halkın ona yönelik aşk derecesindeki desteği sebebiyle mistik özellikler yüklemektedir: "Ayetullah’ın uzlaşmaz tutumu onu marjinalize etmemiştir. Tam tersine, herkes ‘on beş yıldır sürgünde olan ihtiyar bir adam ile ona iman eden halkı arasında gizemli bir akımın gücüne’ inanır.” Bu bağı (akımı) şöyle açıklar:
“Kuşkusuz, bu bağ üç şeye bağlıdır: Humeyni orada değildir. On beş yıldır, kendisinin gelip Şah’ın gitmesini istemekten başka bir şey yapmadığı bir sürgünde yaşar; Humeyni hiçbir şey söylemez, hayır demekten başka hiçbir şey. Şah’a, rejime, bağımlılığa hayır! Nihayet Humeyni bir politikacı değildir: Bir partisi olmayacaktır, bir Humeyni hükümeti olmayacaktır. Humeyni kolektif bir iradenin bağlantı noktasıdır."
Foucault, ‘İran devrimi’ni insanların “çıplak elleriyle” yaptıklarını söyler. Bu cezbedici bir metafordur. O yokluğun içerisinde, muazzam bir enerji vardır: “Belki de gezegensel sisteme karşı ilk büyük başkaldırı, en modern isyan biçimidir. Dahası en çılgını.” Foucault, bu yazılar için “İran’ın deliliği” başlığını düşünmüştür. “Deliliğin Tarihi”nin yazarı için, bu delilik, tam da modernitenin aşırı akılcılığına karşı verilmiş bir meydan okumayı çağıracaktır.

Bu yazılara İranlı bir aktivistten cevap gelir: "Bayan H.", Şah’ın gizli polisi SAVAK’la İran’ın aşırı-dinci mollaları arasında bir tercihe zorladığı için Foucault’ya kızgındır. Ancak Foucault buna cevabında şöyle diyecektir: “Politik güç olarak İslam problemi, kendi dönemimiz ve önümüzdeki yıllar için önemli bir problemdir. Onu mümkün olduğunda akıllıca ele almak için ilk koşul, işe kini karıştırmamaktır.”

13 Kasım 1978’deki bu cevabın ardından, 26 Kasım’da yayımlanan makalesinde kendisine dair şunları kaydeder:
“Geleceğin tarihini yazmayı bilmem. Geçmişi tahayyül etmenin acemisiyim. Yine de, olup bitmekte olan şeyin farkına varmayı denemek isterdim; zira hiçbir şey o günleri sona erdirememiştir ve o gün bugündür hâlâ devam edip gitmektedir. Bu belki de ‘gazeteci’nin işidir; fakat doğrusu ben yalnızca bir acemiyim.” 
Makale dizisinin sonuna geldiğinde, Şubat 79’da, ‘İran Devrimi’ni bir “barut fıçısı”na benzetecek ve bütün bölgede sekülerliği sarsacağını öngörmüştür.

Yukarıdaki gazetecilik vurgusu önemli. Alıntıların çoğunu yaptığım kitabın, “Michel Foucault” isimli harika biyografinin yazarı Didier Eribon şöyle savunur mesela: “Zira röportajlarda, tarihsel anın ateşi ile derin politik yargı arasında olayların payını hesaba katmak ve kendi tercihini belirlemek hassas bir dengedir.” Ardından Foucault’yla beraber Tahran’a giden gazeteci Thierry Voeltzel’in “Foucault basit bir gazeteci olmak istiyordu” dediğini aktarır: “Basit gazeteci? Yazdığı şeyden dolayı bugün onu artık kimsenin eleştirmeyi aklında geçirmeyeceği biri. (...) Belki de aslında Michel Foucault olduğunu unutmuştu; unutmak istiyordu.”

Ayetullah Humeyni’nin iktidarı baskıcı bir rejime dönüşmeye başladığında Michel Foucault, iktidarın Başbakanı Mehdi Bazargan’a bir açık mektup yazar; konuşmalarını hatırlatır ve hayal kırıklığını belirtir. Ardından, kendisine yönelen eleştirileri de cevapladığı bir “son makale” ile konuyu kapatmak ister. “Entelektüel benim” diyecek ve kuramsal ahlâkının “antistratejik” olduğunu haykıracaktır:
“[Benim kuramsal ahlâkım] Tekil bir hareket başkaldırdığında, saygılı; iktidar evrenseli çiğnediğinde, dokuz canlı olmaktır. Basit tercih, zahmetli iş; zira hem tarihi kesintiye uğratan ve onu yerinden oynatan şeyi bizzat tarihin biraz altında durarak kollamak hem de politikanın biraz gerisinde kalarak onu kayıtsız şartsız sınırlandırmak zorunda olan şeye göz kulak olmak gerekir.”
O sıralarda İran’da olanlara Batılı tepkinin dört ünlü miti vardır L. Esposito’ya göre: “Devrimin, dar ve başka unsurları dışlar biçimde dindar olduğu; öncesinde ve sonrasında düzensiz ve kafasının karışık olduğu; basit ve tahmin edilebilir bir dini yol izlediği ve son olarak ılımlı bir İranlının var olmadığına dair mitler.” Elbette Foucault bunların hiçbirine yüz vermeyecektir. Yazılarında “olmakta olan şey”in geri döndürülemez bir politik süreç olduğunu vurgularken, özellikle son yazılarında sürecin tedirginlik uyandırdığını da kelime tercihleriyle vurgulamaktadır.

“Yeni Oryantalistler” isimli enfes kitabın yazarı Ian Almond’a göre, “oryantalizm” kavramına yaptığı hatırı sayılır katkıya rağmen, ironik bir biçimde, Foucault’nun İran gözlemleri oryantalist klişelerden kurtulamaz. Aslında Foucault, Avrupa’nın sınırlarını, bölgesel bir kültürden öte olmadığını ona gösteren ‘İran devrimi’nden kişisel bir keyif duymaktadır. Ve Foucault’nun bize anlattığı şey, ne İran, ne İslam, ne de ‘devrim’dir. O, ‘an’ın ateşi ile kendi geçmiş hesaplaşmaları arasındaki bir alışverişi bizlere yansıtmıştır sadece. Ya da, öyle değildir.

Son olarak Foucault'yla 1978 sonbaharında Tahran'da görüşen Daryush Shayegan'a bırakalım sözü:

"Coşkusuna rağmen, basireti, hatta şüpheciliği elden bırakmadığını fark etmiştim. (...) bir gün, bize döndü ve derin bir kuşkuyu hafif çıtlatan muzip bir tebessümle, mealen şunu söyledi: 'Şu aynı yerde, bir yıl sonra yine bir araya geldiğimizi ve birbirimize 'Humeyni'den nasıl kurtulacağız?' diye sorduğumuzu görür gibiyim.' 'Siyasi maneviyat'a kendini kaptırmasına rağmen, daima kuşku duyduğu ve kendi kesinliklerine bile güvenmediği izlenimini vermişti bana."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder