Nisan 27, 2014

Bir bozgunun hikâyesi


Vakvak Ağacı: Ağaçlara asılan Yeniçeri kafaları.

1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması, II. Mahmud devrinin en önemli meselelerinden. Devlete yakın tarihçiler, “vaka-yı hayriye” diye adlandırırken, muhalif kesimler, bilhassa Bektaşî geleneğinin temsilcileri “vaka-yı şerriye” olarak görür. Cemil Meriç, Osmanlı’yı tarif ederken, üçlü bir sacayağından bahseder: Saray, Ulema ve Yeniçeri. Bugün, “checks and balances” denilen “iktidarı sınırlandırma, kontrol etme” anlamındaki yapı, bu üçlü sacayağının unsurlarının birbirini sürekli denetlemesiyle varoluyordu. Zaten II. Mahmud’un ocağı kapatırken en büyük gerekçelerinden birisi de, Yeniçerilerin reformlara engel olmasıydı. Meriç’e göre Yeniçeri İlgası, “Devlet-i Âliyye’nin intiharıdır”.


Daha sonra “Avrupa’nın Yeniçerileri” diyeceği ve çoğunlukla eleştirdiği Batı’da eğitim gören Osmanlı entelijansiyası bu intiharın akabinde oluşan boşluğu doldurarak 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Osmanlı’yı Cumhuriyet’e dönüştürmüştür.

Hayırlı mı, şerli mi olduğu konusunu bir kenara bırakırsak, bu hususta özellikle muhafazakâr camiada eleştirel metin bulmak hayli zor. Necip Fazıl’ın, Mareşal Fevzi Çakmak’la bir sohbetinde bu konuda II. Mahmud’u haklı gördüğünü, Çakmak’ın ise aksini savunduğunu biliyoruz. İhtimal ki Necip Fazıl’ı böyle düşündüren şey, Yeniçeri Ocağı’nın Saray’a karşı tutumuydu. Devletini seven her Türk gibi o da, böyle bir çıbanı yok etmenin hayırlı olduğu kanaatindeydi.

Burada asıl alıntılayacağım hikâye, Nazan Bekiroğlu’nun Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılış sürecini, talihsiz bir aşk macerası eşliğinde anlattığı İsimle Ateş Arasında isimli romanından. Roman, efsunlu kelimelerle bezeli bir sevda masalı olmasının yanı sıra, Yeniçeri Ocağı’nın iç dünyasını aralama, hikâyeyi farklı boyutlarıyla ele alma konusunda, eleştirel tutumuyla da ilgi çekici. Kitapta, Balkanlardan çocuk yaşta alınıp İstanbul’a getirilen bir devşirmenin içli hikâyesini de okuyabilirsiniz sözgelimi.

Roman boyunca Yeniçeri Ocağı namına konuşan anlatıcının aşağıdaki satırları da, idarecilerin “kestirip atma” hususundaki cevvalliği ile hayatın (ve tarihin) kendi gerçek dinamikleri arasındaki boşlukları güzelce açığa çıkarıyor:

“Bozulmayan ne kalmıştı ki biz bozulduğumuz zamanda? Biz bozguna uğradığımızda; rüşvet, yolsuzluk, iltimas, adaletsizlik, devletin halkına zulmü, halkın devletine ihaneti, kenarı kırılıp da değerinden düşüveren akçe; sırrı kaybolan mercan kırmızısı, nakışta derinlik doğuran gölge, hantallaşan minare, her şey ipi kopmuş bir tesbihin taneleri gibi darmadağınık duruyordu. Geçici tedbirlerle geçiştirilse de, kandırıcı baharlar gösterişli lale bahçelerinden tebessüm etse de, sirayet edici çözülme devletin bütün kademelerinde başlamış oluyordu. Taşra, merkez, medrese, ordu, ulema, teşkilat, müessese, yargı, bilim, sanat, edebiyat her şeyin bozuluşu. Ve biz. Biz diyorsam bir ocak olarak biz. Bütün hesap bize çıksa da, bu kirli isim sırtımıza kalsa da, biz değildik devletin bahtının kararmasındaki sebep. Güneş ve gökler masumdu. Biz sadece sonuçtuk. Belki hâlâ muhteşem bir güneşin sıra dışı parlaklıktaki ışıkları göz kamaştırırken ve kimseler fark etmezken, çok erken atılan bir işaret fişeği, sudan evvel bozulmaya yazgılı süt gibi son değil de ilk bozgunduk. Bu yüzden ne zaman bozulmadan bahis açılsa gözün önünde, dilin ucunda duruyorduk. Oysa biz. Sebep değil sonuçtuk.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder